Pınar SÖZER/ Tarihçi / Yazar

Millet olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kültürünü birçok konuda Osmanlıya dayandırmak gibi bir bakış açımız var. Tabiki 600 yıl bu topraklara hükmetmiş bir devlet ideolojisi bizim yemeklerimizde geleneklerimizde, batıl inançlarımızda, giyimimizde, müziğimizde izlerini sürdürmüştür. Ancak nedense kendimizi tanımaya çalışırken daha geriye gitmeyiz. Oysa Osmanlı; devlet sistemini, toplum geleneğini kendinden önceki Anadolu Selçuklu Devleti’nden almıştı. O devlet de göçebe kültür üzerinde Orta Asya dağlarında şekillenmişti. Ve Atatürk; Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür derken 7000 yıllık Türk kültürünü kastediyordu. Hangi alanda olursa olsun geçmişe doğru izleri takip ederseniz soruların cevaplarını bulduğunuzda; Bugünkü düşünce yapısı olarak bulunduğumuz noktaya, bazen VII. yüzyıldada bazen, XI. yüzyılda sahip olduğumuzu fark edip şaşırırsınız. Selçuklular'ın kuruluşunu takip eden ilk 150 yıl Anadolu’da yazılan eserlerin hemen hepsinin tıp, astronomi, matematik, felsefe gibi akıl ve doğa ilimlerine dair olduğu, âlimlerin de bu yönde faaliyet gösterdiklerini biliyor muydunuz? Selçuklular Sünni İslam ideolojisini devlet sistemi yapan ve bunu yaymayı görev edinmiş bir devletti. Buna rağmen, I. Alaaddin Keykubad’ın tahta çıkışına kadar olan zamanda yazılan eserlerin en belirgin özelliklerinden biri yerli olması, bir diğeri de felsefe ile doğa bilimlerine ait eserlerin dinî eserlere göre daha çok olmasıydı. Anadolu’da yazılan ilk eser olan “Keşfu’l-akabe” de astronomi ve felsefe kitabıydı. Çünkü sultanlar, İslamiyet’i akıl ve bilimle açıklayan “mutezile” görüşüne sahiplerdi.

Heyet ve Nücûm

Anadolu Selçukluları'nda varlığı saptanan 1308 yılına kadar yapılmış olan 1100 yapıdan günümüze yüzde 55’i ulaşabilmiştir. Anadolu genelinde Selçuklu dönemi için yapıların inşalarındaki sayısal döküme bakıldığında camilerin sayısının 115, medreselerin ise, tıp eğitiminin de yapıldığı Darü’ş-Şifa yapıları da katıldığında 135 olduğu görülür. Camiler hemen hemen bir medrese olmaksızın inşa edilmezken, tek başına inşa edilen medrese sayısı da çoktur. Orta Çağ’da Türk eğitim sistemi kadim ilimler ve İslam ilimleri olarak ayrılmakta ve kadim ilimler; matematik astronomi geometri, fizik, tıp, gramer ve felsefeyi kapsamaktaydı. Medreseler arasında gerçek anlamda ihtisaslaşma bu dönemde görüldü. Mesela, Konya’da İnce Minareli Medrese'de Hadis, Kayseri’de Çifte Minareli Medrese'nin birinde Tıp, Kırşehir ve Kütahya medreselerinde Heyet ve Nücûm bilimleri öğretimi yapılıyordu. Biraz açacak olursak; Nücum için astroloji eğitimi diyebiliriz. Gezegenlerin güneş sisteminin incelenmesi ve gezegenlerin hareket ve konumlarının insan davranışlarını, psikolojisini etkilemesi üzerine araştırmalar yapılıyordu. Örneğin bugün anlamını bilmeden kullandığımız “felek” kelimesi güneş ve yıldızlardan oluşan sistemin adıydı. Sivas, Kayseri, Konya, Tokat, Amasya, Aksaray, Divriği gibi kentler o zamanın önemli kültür merkezleriydi. Buralarda büyük hastaneler (Darüşşifa, Şifahane) de kurulmuştu. Kayseri'deki Gıyaseddin Keyhüsrev ve Sivas'taki I. İzzettin Keykavus Şifahaneleri'nin yanında birer Tıp Medresesi de vardı. Anadolu Selçukluları'nın tıp eğitiminde ve hastanelerinde Galenos ve Hipokrat’ın eserleriyle İbn Sina’nın El-Kânûn adlı eserinin çeşitli genişletilmiş şekilleri kullanılmıştı.

İpek Yolu’nun önemli bir kısmının Selçuklu İmparatorluğu hâkimiyeti altındaki topraklardan geçmesi nedeniyle ticari ilişkilerle birlikte Selçuklu tıbbı da Avrupa’ya aktarılarak tanıtılmış oluyordu. Tüccarlar, birçok malın yanında tıbbi eser ve kitapları da Avrupa’ya pazarlamaktaydı. Orta Çağ’da Avrupa’da Salerno, Montpellier, Paris gibi tıp fakültelerinde okutulan kitapların listesi incelendiğinde, Selçuklular Dönemi’ndeki hastanelerin, Avrupa’da tıp eğitimini de ne kadar etkilediği görülür. Avrupa’da tıp eğitiminde ve bilimlerin sınıflandırılmasında esas olan kitaplar: Huneyn ibn İshak’ın “Methal fi’t-tıbb” (Tıbba Giriş) eseri ile Farabi’nin ilimlerin sayımı hakkındaki “Kitab-ü ihsa’ilulûm” adlı eseriydi. Salerno Tıp Okulu'nda ve diğer Avrupa üniversitelerinde okutulan dersler ve ders kitapları, Selçuklu medrese ve hastanelerinde hekim olmak için okutulan Huneyn ibn İshak, er-Razi, İbn Sina’nın eserleriydi. Yalnızca eserler değil hangi dersin kaç saat hangi sınıfta okutulduğuna kadar Avrupa tıp okulları programlarını Selçuklu medreselerinden alıyorlardı.

İbn Sinâ ya da Gazali gibi birçok âlim ve düşünürün öğrencilerine ders verdikleri evleri yani “ulema evleri” de medrese öncesi eğitim kurumlarıydı. Bu evler dışında, mescitler, camiler, suffe, kitabevleri, küttablar da vardı. Genel olarak camilere bitişik olarak yapılan eğitim kurumlarına “küttap” denilmekteydi. Söz konusu eğitim kurumlarında din eğitimi dışında, okuma yazma ve matematik, fen bilimleri de öğretilmekteydi.

Vakıf 'üniversitesi'

Anadolu’daki Selçuklu Devleti de elbette Orta Asya’da kurulan Selçuklu siyasi yapısının bir devamıydı. Büyük Selçuklu Devleti, İran merkez olmak üzere bugünkü Ermenistan, Azerbaycan topraklarında Ön Asya’da kurulmuş bir Türk devletiydi. Kurucusu Tuğrul Bey kendisine Veziriazam olarak Gazne Devleti’nde babasıyla birlikte bürokratlık yapan, siyasetçi ve bilim insanı olan Nizamülmülk’ü seçmişti. Nizamülmülk, daha sonra Alparslan ve Melikşah dönemlerinde hükümdarların her yönden yetişmesi için görevlendirilmiş bir eğitimciydi. Dönemin çok iyi bir siyasetçisi bilim insanı ve eğitimcisi olan Nizamülmülk, devlet adamı yetiştirilmesi için eğitimin önemini farkındaydı ve Selçuklu topraklarında kendi adını verdiği Nizamiye medreselerini açtı. Müderrislerin ve eğitimin masraflarını karşılamak, isteyen her öğrencinin buralarda ücretsiz okumasını sağlamak için vakıflar kurup gelirlerini eğitime aktardı. Karahanlılar'da, Gazneliler'de de medreseler vardı, Türk İslam devletleri tarihinde ilk medrese kurucusu Nizamülmülk değildi elbet, ancak medreseyi devlet denetiminde teşkilatlandırarak bir program dahilinde oluşturan, eğitimi devletin sorumluluğu olarak gören Nizamülmülk oldu. Böylece dünyadaki ilk vakıf üniversiteleri de Orta Asya’da şekillenmiş oluyordu. Nizamiye medrese sistemi, binaların fiziki yapısı, ders programlarıyla dünyadaki üniversitelerin temelini oluşturdu. Nizamiye medreselerinde eğitime çok büyük paralar harcanması, masrafların çok yüksek oluşuna ilişkin dedikodu üzerine Nizamülmülk, Melikşah döneminde sık sık kendini savunmak zorunda kalmıştı. “Ey alemlerin sultanı, orduna bunun birkaç mislini harcıyorsun. Bu askerlerin okları bir milden öteye varamaz. Hâlbuki ben sana öyle bir manevi ordu vücuda getirdim ki, onların duaları ok gibi arşa ve Tanrı’ya kadar yükselir.” diyerek okullaşma politikasının önemini dile getirmişti. Selçuklu bu başarısıyla Türk tarihinde eğitim işinin devlet işi olmaya başladığı ilk devlet olma unvanına da sahip bulunmaktaydı.

Aradan yıllar geçti. Takiyüddin El Raşit, matematik ve astronomi uzmanıydı. III. Murat’ın müneccimbaşıydı. Tophane'de bir rasathane kurdu. Zengin bir kütüphane oluşturdu. Burada ileri hesaplar yapılarak uzay hareketleri gözlemleniyordu. Ekvator düzlemine ilişkin gerçeğine çok yakın hesaplar yapmışlardı. O günlerde büyük bir veba salgını oldu, dönemin şeyhülislamı “göklerin sırrını örten perdenin kaldırılması uğursuzluk getirir, yıldızlarla uğraşan devletler varlığını sürdüremez” diye fetva verdi. Yıl 1580 idi. Padişah emir verdi, bu uğursuz yapı bir gecede topa tutularak yerle bir edildi. Rasathanenin duvarlarında patlayan toplar aslında Osmanlı'da akla ve bilime olan inancı yok ediyordu. Artık Avrupa’yı İslam dünyasının gerisinde bırakan Orta Çağ karanlığı Yeni Çağ’da Osmanlı'nın üzerini kaplayacaktı. Anadolu’nun ışığını, geçmişimizden gelen aklı yeniden keşfedinceye kadar, istikbalin göklerde olduğunu hatırlayıncaya kadar çok zaman kaybettik. Dönem dönem aydınlanma çizgisinden sapmalarımız olsa da içimizde dünyanın en iyi hava araçlarını yapacak beyinler var. Dünyanın birçok yerinden tedavi için Türkiye’ye gelenler var, en önemli tıp icatlarının altında Türk doktorların imzası var. Yeter ki içimizdeki Anadolu ışığını farkında olalım, o ışık zamanı geldiğinde yine doğudan batıya doğru yükselecektir.