Gerçek adı “Zöhre” olsa gerekti ama Gökova'da herkes ona “Zöhra” daha da sık “Zööra” derdi. Derdi ama, ardına “hanım” sözünü eklemeyenin vaydı, vay vaydı hali.

“Hem kel hem fodul”, onu tanımlamakta pek kısır, daha doğrusu solda sıfır kalırdı. Burnundan kıl aldırmak şöyle dursun, kimseyi burnuna yaklaştırmazdı. Burnu büyük değil, Karaburun, Bozburun, Avlaka Burnu'ydu sanki. Tam bir menfi daha idi Zöhra Hanım.

Beğendiği hiçbir kimse, sevdiği hiçbir şey memnun olduğu hiçbir durum yoktu. Soyu sopu, köye nereden geldiği de pek bilinmezdi. Köy evlerinin yukarısında, Asar altında, Yasakçıların kullanılamaz diye, bahçeleri dışına attığı tavuk kümesini mesken tutmuştu. Hiçbir malı mülkü, hiç kimsesi, bir kuruş geliri yoktu. Köylülerin, biraz da onu kızdırmak için verdiği ekmek ve katıkla karnını doyururdu. Peki; bundan memnun olur, getirene teşekkür eder miydi? Ne gezer.

Getirileni bir eliyle alırken, bir yandan hoşnutsuzluğunu dile getirirdi:

-Bula bula bunu mu buldun getirecek? Hem niçin bu kadar geç kaldın? Ben demin karnını doyurmuştum. Nereme sokacağım şimdi ben bunu? Mustantik dayı, kızacağını bile bile ortası delik yüz para veya kenarı tırtıklı kırk para verecek oldu mu, kıyameti koparırdı Zöhra (pardon) Zöhra Hanım.

Ona öyle “Zöhra”, “Abla”, “Teyze” falan denemezdi:

-Sen kim oluyorsun da bana, “Zöhra” diyorsun? Ablan olmam için senden büyük olmam gerek. Son kartımışsan, bense tap tazeyim. Ben nerden senin teyzem oluyormuşum? Anan karının kardeşi miyim ben? Zöhra hanımın kavga etmesi için bir neden gerekmezdi. Gölgesiyle kavga eder; öten horozlara öttüğü için, ötmeyenlere ötmedikleri için yağdırırdı küfrü. Yırtık pırtık bir giysisi olsa gerekti. Zira, tekne başında soyunur, ip başında giyinirdi. Giysi yumak için Küçük Amed'in Gülsiye'den kül ister; külü alırken demedik laf bırakmazdı.

Kim olursa olsun, ona hangi ad veya sıfatla seslenirse seslensin, adının sonuna “Hanım” sözünü ekleyemeyene imkanı yok, cevap vermezdi. Yanına iki adım yaklaş, iki avcunu megafon yapıp bağır:, “Zöhra Hanım” demedikçe duymazdan gelirdi.

Bir gün, köyün muziplerinden Ali Öğretmen ona:

-Zöhra Hanım efendi, diye seslendi.

Aman efendim; o muydu böyle diyen? Aldı sözü Zöhra Hanım:

-Ben nerden “efendi” oluyormuşum? Ben köle miyim? Efendi babandır...

Olur mu canım? “Hanım efendi” değil, “hanım” idi.

Yoksullukta üstüne yoktu ya, varsılları aşağsamakta da kimseden geri kalmazdı:

-Terzi Abdıllahların (Abdullah) Süleyman zengin olmuş da ne olmuş yani? Duyduğuma göre dana eti yiyorlarmış. Bir de domuz eti yeselermiş bari! Benim kuzu etinden başka et yediğimiz gören olmuş mu? Köyün kadınları bir çanak etli yemek götürseler:

-İçindeki kuzu eti değil mi, diye sorardı.

Şakacıktan olsa:

-Dana eti, diyecek olmayın: ağzındaki lokmayı tükürür, tabaktaki yemeği ya getirenin yüzüne ya da komşu tavuklara serperdi. Şu sözlerini bilmeyen yoktu köyde:

-Acımdan ölürüm de, kuzu etinden başka et yemem. Zengin dedikleri, fakirlikten veya mıh sıçtılıktan (cimrilikten) ötürü dana, şu bu eti yiyor heralde. Emme haklılar; hiçbiri benim kadar zengin değil ki! Kimileri de var yemez olmalı. Küp küp altınları mezara götürecekler herhal. Bakın bana yediğim önümde yemediğim ardımda. Emme (ama) kimi zaman yeemek getirmekte gecikiyor veya birkaçı birden getiriyor. Hay medet, sıraya koysanıza şunu. Emme bunlarda bunu yapacak akıl, izan nerede? Dövletlinin (baykuş) bile kısmeti ayağına geliyormuş. Her gün bir kuş kurban ediliyormuş dövletliye. Benim bir kuş kadar kıymetim, haysiyetim yok mu? Var olduğunu herkes biliyor emme, hepsi nankör bunların... Ben onlara ne kadar yardım ederim, karşılık vermezler. Ne olacak? Hepsi dana eti yiyor bunların; ben bıraksam domuz eti yerler bunlar. Baksınlar bunlar; Kuzu etinden başka bir et koyuyor muyum ağzıma? Hepsi cahil bu köylülerin. Zengini bile fakir...

Dinsizin hakkından imansız gelir.

Bir gün, köyün iş bilir kızlarından üçü; Fatmaçiçek'in İfakat, Durmuş Hocaların Ümmühan ile Bez koltukların Gülayşe, iş birliği yaptılar. Dana etini ince ince doğrayıp, etli kuru fasulye yaptılar. Çay başından köyün en yukarısına Zöhra Hanımı ünlediler:

-Zöhra teyze, aman Zöhra Hanım, buyur gel; sana ziyafet var!

Zöhra Hanım, elinde kirmanla, kümesin önüne çıkıp, sesini aşağı yuvarladı:

-Ni vaa gız? Ne bişirdiniz? Yoğsam dana etli yemek yaptınız da benimle maytap mı geçiyorsunuz?

-Yok valla Zöhra hanım, mis gibi kuzu eti. Dirgemeli Yusuf kesmiş demin. Biz de bir güzel pişirdik.

Zöhra; bir yandan yolu tutmuşken, bir yandan sorup soruşturuyordu:

-Kuzu eti değil mi? Yoğsam günahımı çekersiniz...

-Hiç öyle şey olur mu Zöhra teyze, pardon hanım...

Zöhra hanım oflaya puflaya indi patikadan. Koca köprüden, sanki çöküverecekmiş gibi çekinerek geçti. Çağrıldığı eve yaklaşırken bir yandan havayı kokluyordu:

-Hah işte! Kuzu eti kokusu. Ben bilmez miyim?

Geldi, beton merdivene oturdu, tahta iskemleyi önüne çekti:

-Getirin bakayım kuzu etiyle pişmiş fasulyeyi! Kuzu eti değil mi? Ya fasulye? Kaba saba bi şey olmasa bari! Yayla fasulyesi mi?

-Hiç tasalanma Zöhra Hanım Teyze.

Koca bir çanak dolusu yemek getirildi; hanım efendinin (pardon, hanımın) önündeki iskemleye. Eline de, köylü ağzına göre kalıplanmış (büyük) tahta kaşık. Zöhra Hanım, çala kaşık daldı (kuzu) etli fasulyeye:

-Hmm, Kuzu etinin tadı başka. Hoş, ben hiç başka et yemedim ya. Aç kalırım da yemem başka et. Et dediğin böyle kuzu eti olmalı. Zöhra Hanım, önüne konulan kaba hamurlu ekmeğe pek iltifat etmeden, koca tabak yeneği sildi süpürdü. Sol eliyle ağzının kenarını silerken, Gülayşe:

-Hani Zöhra Hanım sen kuzu etinden başka et yemezdin? Bu yediğin halis mulis dana etiydi.Dirgemeli Yusuf'un kuzu kestiği görülmüş mü? Bal gibi yedin işte.

Öbür kızlar kasıklarını tuta tuta gülerken, Zöhra Hanım:

-Günahımı çekersiniz, diye, sağ elinin dört parmağını gırtlağına kadar sokarak kusmaya çalıştı. Ünü, hala yankılanıp duruyordur Gökova göklerinde:

-Günahımı çekersiniz, Allah'ın rospikleri!..