Sığınacak, sarılacak bir kucak buluyorum… Benim de bir mektubum var yazılacak...

MASAL GİBİYDİ SENİN GÖÇ HİKAYELERİN


Burada gördükleriniz sizi ister istemez sorgulamaya götürüyor. İnsanı sorguluyorsunuz, insanlığı sorguluyorsunuz, kendi insanlığınızı sorguluyorsunuz… Benim de bir mektubum var yazılacak, Zlatka’ya… O buralardan ayrıldıktan tam bir asır sonra ben geldim.

Sarayevo’da çok güzel bir yaz akşamı. Şehir ışıl ışıl. Ama çok sessiz. Dün gece birbirine karışan müzik sesleri bu akşam duyulmuyor.
"Srebrenica’ya Saygı Gecesi" bu gece. 11 Temmuz akşamları müziğe izin yok Sarayevo’da.
TRT Radyo 1’de yayınlanan “Gecenin İçinden” programına bağlanarak bu günü, Srebrenica’yı, izlenimlerimi anlatıyorum. 30 yıllık meslek yaşamımda ilk kez kendi sesimi tanıyamıyorum. Sesimi yükseltemiyorum. İçimdeki saygı duruşu devam ediyor. Kırık dökük, bölük pörçük sözcüklerim. Cümle kurmakta zorlanıyorum.
Çünkü anlamaya çalışıyorum.
Anlayamıyorum. Soruyorum.
Bosna Hersek’i sımsıkı sarmalayan ağaçlar gibi yüzlerce yıldır aynı coğrafyada yaşayan insanın insana yaptığı bunca şey ne?
Elbette anlamsız bir soru. İnsan var olduğundan beri bunu hep yapmıyor mu? Sadece bu topraklarda bile yüz yıl önce, kırk yıl önce de aynı şeyler yaşanmamış mıydı?

BM'YE TEPKİ VAR


Burada yaşadıklarınız ve gördükleriniz sizi ister istemez sorgulamaya götürüyor. İnsanı sorguluyorsunuz, insanlığı sorguluyorsunuz, kendi insanlığınızı sorguluyorsunuz…
Birleşmiş Milletler'in savaştaki tutumunu, güvenilirliğini sorguluyorsunuz. BM katliam kurbanlarına güvence verip onları Mladiç’e teslim ettiğinden beri United Nations (UN) – United Nothings (Birleşmiş Hiçbir şeyler) olarak tanımlanıp tepki görüyor Boşnaklarca…
Sarayevo’da çok güzel bir yaz akşamı. Bende ise kasvetli ve geleceğe dair kaygılı bir ruh hali. Sığınacak, sarılacak bir kucak buluyorum. Benim de bir mektubum var yazılacak.

***

Sevgili Zlatka,
Tıpkı senin anlattığın gibi
buralar. Hep dağ, hep orman…
Yemyeşil dağların arasından
kıvrıla kıvrıla gidiyor yollar…
Hani derdin ya “Güneş, ay, yıldızlar görünmezdi bazen” diye, işte aynen öyle. Drina nehri hani sen nereye gidersen peşin sıra gelirdi ya! Geliyormuş gerçekten.
Nereye baksan rengârenk çiçekler vardı da ağaçlara, dağlara koşarlardı bahçelerden, pencere kenarlarından kendilerini büyüterek. Tıpkı senin söylediğin gibi. Hâlâ bıraktığın gibiler… Her gün saatlerce bahçende ortancalarını, petunyalarını Boşnakça “Ah! Kuku mayko,” diye diye okşayıp çocuklaşman yaşlılığından değilmiş, anladım.
Senden kalan, bahçende sevginle coşturduğun -doğduğun yerleri yaşattığını buraları görünce anladığım- çiçeklerin… O eski dolabının çekmecelerindeki lavanta kokulu, iğne oyalı yemenilerin… Bembeyaz örtülere kurduğun yer sofrasında açtığın Boşnak böreği törenlerinde undan tüller içinde anlattığın göç hikâyelerin… Bir de alıp yüzümü iki elinin arasına, uzun uzun bakıp “Tıpkı dedenin gözleri!” deyişin.

Sevgili Zlatka,
Masal gibiydi senin göç hikâyelerin.
Bu kadar da olamaz dediğim canavarlar vardı. Kaçtıkça kovalar, gözlerinden ateş saçar, koca koca kanlı kılıçlarıyla canlar yakar, pencereleri çiçekli, ağaçlar içindeki evinizden bir daha dönmemek üzere uzaklara, çok uzaklara sürerlerdi sizi… En çok da kalın gözlüklerinin ardında daha büyük görünen gözlerini kısarak, birkaç altını eski masanın ayaklarını oyup nasıl da sakladığınızı anlattığın bölüme geldiğinde heyecanlanırdım. Sanki canavarlar bu sefer bulacaklarmış gibi!.. Her şeyi kırıp dökmüşlerdi de bir o masaya bir de upuzun saçlarını karşısında tarayıp ördüğün, sırdaşın eski aynaya dokunmamışlardı. Geceleri uykularımda o canavarın korkunç seslerini duyar gibi olurdum. Sen bazen öfkelenir, Boşnakça anlatırdın. Aslında bir çocuğun bilmemesi gerektiğini düşündüğün şeyleri Boşnakça söylediğini daha yeni anladım. Günler, haftalar sürmüştü göçünüz. Kaç araba çıkmıştınız yola… Kaç eş, kaç dost, komşu, akraba… Ne kadar eksilmiştiniz Edirne’ye vardığınızda...
Sonra yerleşemeden, sığamadan bir yerlere, savaş sürüp gitmişti...
Yitirilenlerin sayısı artmış, Milli Mücadele’nin sonunda İzmir’de, Karşıyaka’da sonlanmıştı göç.

KAN GÖLÜNE DÖNMÜŞTÜ


Karşıyaka’daki o bahçeli evde dinlerdim bu hikâyelerini…
Toruna özel anlarda.
Senden kalan, hikâyelerindi sevgili Zlatka. Senin yaşadıkların benim masallarımdı.
Hani 93 Harbi’nde onca acıyla Büyük Göç’te düşmüştünüz ya Anadolu yollarına. Hani o Avrupa dedikleri kıta açılan yaraları kabuk bağlamadan yine kaşımaya başlamış, ortalık yine kan gölüne dönmüştü… İnsan insanı gaz odalarında, toplama kamplarında kırmıştı. Ah! Ne büyük acılar, utançlar yaşanmıştı ya!.. Ortalık durulunca, yaralar sarılıp onca yaşanandan sonra "Dahası olmaz," demişti ya insanoğlu bilmezmiş gibi türünü…
Oldu Zlatka. Siz buralardan Anadolu’ya göçtükten seksen bilmem kaç yıl sonra buralarda neler oldu neler… Anlatmaya dilim varmaz.
Lakin anlamaya da öyle uzaktan uzaktan aklım yetmemiş.
Gelmeden, havasını solumadan, toprağına basmadan, acısı yüzünde, gözünde kemikleşmiş insanına sarılmadan anlamak ne mümkünmüş Zlatka.
Sen buralardan ayrıldıktan tam bir asır sonra ben geldim. 2012 yılında 1995 için geldim.
Yüz yıl önce geçtiğin yollardan geçtim. Tıpkı anlattığın gibi buralar. Bütün yolu seninle konuşarak geçtim. Son Savaş’ın izleri o kadar tazeydi ki... Yaşanan acıların sessiz diliydi evler.
Yakılmış, yıkılmış, delik deşik edilmiş o evlerde ne doğumlar, ne düğünler, ne aşklar yaşanmış, ne umutlar yeşermişti oysa. Acılar, ölümler de olmuştu kuşkusuz.
Ecelin tevekkülle yası tutulmuştu…
Kimi sevdiklerini geniş bahçelerinde ayırdıkları köşelere defnetmişti. Öyle ki kimi ailelerin aynı bahçede birkaç yüzyıllık geçmişlerini taşıdığını okuyabiliyordum mezar taşlarında.
Ancak yol aldıkça ayrımına vardığım başka mezarlıkların ne anlama geldiğini de öğreniyordum. Onlar tevekküle ağır geliyordu… Onlar umarsızlığın anıtsal simgesiydi.
Sarayevo’ya özlemini getirdim.
Bir daha göremeyeceğini bildiğin Sarayevo’ya… "Keşke!" desem neye yarar? Keşke güzel günlerde yazsaydım sana bu mektubu.
Sarayevo’nun şimdiki zaman hallerini onca acı hiç yaşanmamış gibi anlatsaydım. “Baş Çarşı’da babanın -büyük dedemin- suyunu içtiği Şadırvan’ı, namaza gittiği camiyi gördüm,” deseydim. “Yine yemyeşil doğduğun yerler… Yine kıvrım kıvrım yollar. Her yerden sular akıyor… Hani o köprü var ya! Yolunu tarif ettiğin köprü…
Tam da onun üzerinde –arkadaşım seni göremese de- bir fotoğrafımızı çektirdim ikimizin.
Çarşıda Boşnak Böreği yedik ama seninki kadar lezzetli değildi tabii!.. "Sarayevo toprağı getirmeyi unutmadım, merak etme! ” diyebilseydim. Keşke “Yedi düvel bu güzel ülkede bir arada kardeş gibiler,” diyebilseydim.
Sevgili Zlatka,
Yıllar sonra 17 yıl önce buralardan başka başka ülkelere göç edenlerin torunları da gelecekler bir şekilde ben gibi ata topraklarına… Umarım onların mektupları benimkine benzemez.
Güzel ruhunun ellerinden öperim.

***

Sadece umudum var. İnsanın insana artık kıymaması umudu.
Artık başka annelerin yenik düşmemesi umudu.
Gözüne bakmaya kıyamadığı, saçının tek teline halel gelmesinden korktuğu çocuklarının akıbetini bilememenin acısı hiç dinebilir mi? Adalet yerini bulursa, belki biraz olsun diner. Srebrenica ve Bosna'daki çeşitli katliamlardan sorumlu Ratko Mladiç geçen yıl Sırbistan'da yakalandı ve Lahey'deki mahkemeye teslim edildi.
Mladiç'in yargılanması devam ediyor. Belki alacağı ceza katlettiklerini geri getirmeyecek ama dilerim başka katliamların önünü keser.

ÇARPICI BİR SAPTAMA


Mladiç’in yakalanmasının ardından İngiliz Observer Gazetesi yazarlarından katliama odaklanan Henry Porter, Srebrenica’da yaşananların, günümüz dünyasını şekillendirdiğini belirtiyordu.
Gerek İslamcılığın yükselişinin gerekse özgürleştirici müdahale doktrininin o günlerin ürünü olduğunu savunan Porter’ın saptaması çok çarpıcı.
"Mladiç'in Saraybosna ve Srebrenitsa'da binlerce kişinin ölümüne sebep olması, kendi barbar tabiatı kadar Avrupa'nın ilgisizliğinin ve tepkisizliğinin ürünüydü."
Porter bu saptamasını Edmund Burke’ün ünlü sözüyle noktalıyordu:
"Kötülerin zafer kazanması için iyilerin hiçbir şey yapmaması yeterlidir.
Bosna'da olan da buydu."