Pazar günü bir mesaj geldi ağabeyim Atilla Köprülüoğlu’ndan. ATV’de bir yarışma programında soru: “Hangisi beyindeki bir bölgeye verilen addır?” Ardından da seçenekler: “Omurilik sarımsağı, omurilik soğanı, omurilik turpu, omurilik brokolisi”. Yarışmacı “bilemediğinden” olacak “doktor” arkadaşından telefonla yardım istiyor. Doktor genç yurttaşımızın verdiği yanıt “omurilik sarımsağı”. Ardından yarışmacı doktoruna çok güvendiğini ve ilk seçeneğin doğru olduğuna inandığını son kararı olarak da yanıtının “omurilik sarımsağı” olduğunu söylüyor. Sunucu şaşkın… “Doktordu değil mi sorduğunuz kişi” diyor önce. Ardından doktorun “uzmanlık” alanını da soruyor. Genç doktorun “aile hekimi” olduğunu öğreniliyor. Asla yorumlamayacağım olayı. Asla yarışmacıya ve arkadaşına da sözüm yok. Hatta asla “omurilik sarımsağı” icat eden “doktor gence de” lafım yok. Ama sosyal medyadaki bu mesaj gözümün önüne öyle hatıralar getirdi ki… Bir an her şeyi bırakıp kaçasım bile geldi. Çünkü “kökten cehaletler” öylesine arttı ki. Siyasetten ticarete, devletten yerele hatta akademi dünyasına kadar dorukta sanki… Ülkemde artık gazete, kitap okunmuyor, sanat hor görülüyor, tiyatro neredeyse yaşamdan kalktı. Ekranlarda inanılmaz bir cehalet yarışı. Söyler misiniz nasıl olacak 2023, 2053, 2071?

Osmanlı batarken dahi, işgal yıllarında dahi, Cumhuriyetimizin ilk kurulduğu zamanlarda dahi böylesine “cehalet ortamı” yoktu. Tam tersi cehaleti yıkmak için ne mücadeleler verildi. Mevcut iktidarın “idol” gördüğü Sultan II. Abdülhamit zamanında bile, koşul ve zaman farkına rağmen, bugünkünden daha fazla “cehaletle savaş” vardı.

Cumhuriyetin kurucu kadroları başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk, adeta her şeyi sıfırlanmış memlekette “bilim ve eğitime” öncelik vermedi mi? Ya İstiklal Harbi? Yunanın top sesleri Ankara’dan duyulduğu an bile öncelik “eğitimdi”, yalan mı?

Eğer genç bir hekim “omurilik” konusunda “soğan sarımsak” ikilemine düşüyorsa, artık kendini “yukarıda” görenlerin, kafalarına ne takıyorlarsa önlerine alıp “düşünmeleri” gerekiyor. Memlekette ekonomi gibi tüm düşünsel genler de bozulmuş anlaşılan.

Açıkça haykırıyorum…

1800’de emperyalizm, kilitlendiği hedefe ulaşmış.

1980 darbesini yapan cahil ve emperyalist işbirlikçisi cunta ve hükümet geldiği ilk dönemlerde, Türkiye’de nasıl “okuma düşmanlığı” yapıldığını hatırlayınız. Bir milli eğitim bakanının, öğretmenlere “sizi oyarım” dediğini unuttuk değil mi?

Genç hekim kardeşime kızamıyorum. O her ne kadar “omurilik soğanı sarımsağı” ikilemine düştüyse de bu memlekette kimlerin hangi yetersizlikleri ve kötü örneklileriyle nerelere geldiğini çok sıcak yaşıyoruz.

Doktor kardeşim “soğan mı sarımsak mı” düşünedursun, biz hala 1980’de ense kökümüze inen darbeyle kaybettiğimiz hafızamızın derdini yaşayalım.

Biraz Başkan Batur biraz kadim şehir

Sorsalar bana Başkan Batur’u, hemen Narlıdere yıllarına gider aklım. Narlıdere’de öyle farklı yaklaşımlar göstermişti ki, mesela çarşamba günleri sanıyorum, asla makama gelmez, tüm gün ilçesini karış karış dolaşırdı. Hele “otobanın son köftecisi” rahmetli Veli ağabeyle yaşadıkları hep kulağıma gelir, ekranda kulak çınlatırdım. Rahmetli Yücel Özen, Macit Sefiloğlu, Süleyman Gencel, çok sevgili dostum meslektaşım rahmetli Nizamettin Bedir, Seyfettin Şen ile Başkan Batur’un bazı akşamlarını “Bizim Gazino’da” nasıl zapt ederdik unutamam. Ama bizim “Cuma akşamlarımız” öyle saçma sapan “goy goy” olmazdı. Ya Süleyman ya Macit ağabeyler köşelerinde yazar, ben de sabah ekranımda anlatırdım. Bazen hafta aralarına denk düşerdi bizim “akşamlar” o zaman da arada bir ertesi gün yayın güme giderdi.

Halkla ilişiklerinde araya kimseyi sokmazdı Başkan Batur. Siyasetini bilmem ama, insanlığı güzeldir hala. Devran döndü Abdül Batur Konak Belediye Başkanı seçildi.

“Şimdi tamam” dedim… Sema Pekdaş’ın çok önem verdiği “yukarı mahalle ilgisini” Batur Başkan daha da ilerletir diye düşündüm. Ancak 2019 seçimleri sonrası tüm belediyelere kader ağlarını fena ördü. Salgındı, depremdi, seldi derken zaten iki yıl geçti.

Zaten ben de şu son felakete ilişkin yazmak istiyorum. Selden zarar gören yurttaşlara el uzatmayan belediye yok İzmir’de, eyvallah.

Konak benim de doğum yerim… Ama “yukarı mahalle” aşağı değil…

Konak ile ilgili daha yazacağım ayrıntı var ama önce şu sel sonrası olan üzücü olay.

Bazı medya organlarında şöyle yayınladı olay: “İzmir'in Konak ilçesinde atıl haldeki sinagog, toprak kayması sonucu bitişikteki 2 katlı evin üzerine yıkıldı.” Olayda bir vatandaşımız da yaralanmış.

Bu mudur şimdi olay? Orasına “atıl” demek aslında kent kültürüne cahilce yaklaşmaktan başka bir şey değil de, yıllardır en başta Orhan Beşikçi haykırıp duruyor. Bazı “makam sahipleri de” Orhan ağabeyimin, yaş ve heyecanına bakmadan onu “yok sayıyor.” Basmane ve civarını da ne kadar kerameti kendinden menkul “tüccar” kafalı varsa, onlardan “anlamaya” çalışıyor. Oysa geçmişten bugüne Orhan Beşikçi’nin mücadelesiyle kurtarılan ne çok kıymetimiz var, kim biliyor? En son, Yıldız Sineması ve Bıçakçıoğlu han ile ilgili mücadelesi, Başkan Tunç Soyer’in dikkatine mazhar oldu da o iki kıymet şimdi kurtuluyor. Peki son yağmurda yıkılan “atıl sinagog” nedir?

Orhan ağabeyin yine yüreği sızlamış, hemen kaleme sarılmış: “Biraz önce ajanslar, Sakarya Mahallesi'nde metruk bir sinagog duvarının yıkıldığı ve bir yurttaşımızın yaralandığı haberini verip fotoğraflarını yayınladı. Yıkılan Sonsino Sinagogu’nun kuzey duvarıydı. İzmir’de Kültürel mirasın korunamadığı bir gerçek, bu kafa ile Unesco'nun kapısından dahi geçemezsiniz... Kamyonlar yıkıntıyı kaldırmadan önce bu alana acilen mimar ve sanat tarihçileri davet edilmelidir...”

Sert mi yazmış? Nasıl yazmalıydı peki?

Peki Orhan ağabey “yumuşak” söylediğinde kim dinliyor?

“Sonsino Sinagogu” konusunu yıllardır Orhan Beşikçi, sevgili Siren Bora kaç kez yazdı, konuştu? Hangi vali, başkan, üniversite, milletvekili, belediye meclis üyesi kulak verdi, harekete geçti geçen yıllarda? Şu güzelim “Hahamhane” bile gündemde değil artık. Acaba yağmurda o da yıkıldı mı?

Durun bir konu daha var. Bir iki yıl kadar önce ben, Orhan Beşikçi ve sevgili Şakir Çakmak hocam Anafartalar Caddesi’nde yürüyoruz. Orhan ağabey “size bir şey göstereceğim” dedi. Önünde manav tezgâhı olan bir tuhaf yapının önünde durduk. Esnaf önce “mırın kırın” etti ama, tezgahını çekti ve biz içeri girdik. Bir koridor ve bahçe alanı. Yıkılmış, benim anlayabileceğim bir bina değil. Şakir hocanın gözleri açıldı birden başladı bağırmaya: “Aman Allah’ım kubbeli sinagoglu kortejo”… Meğer Orhan ağabey kaybolan bir değere daha dikkat çekiyordu.

Peki sonra ne oldu?

Hiç…

Ne Valilik ne Kültür ve Vakıflar müdürlükleri ne belediyeler cevap verdi!

Şimdi orası iyice yok olmak üzere!

UNESCO, çalıştaylar, zirveler falan iyi de… Bu kentte önce karşılıklı saygı ve anlayışa ihtiyaç var.

Gelelim Abdül Batur başkana… Başkan özellikle “kentsel dönüşüm” konusunda uzmanlığını kanıtladı. Açık söyleyim, her şey bir yana Narlıdere’de o tarihi Cem Evi’ni müzeye dönüştürmesi dahi tek başına muhteşem. Ancak Konak, sınırları icabıyla İzmir’in kadim kalbi. Anafartalar caddesi ise “dün ile bugünün” doğal sınırı gibi. 8500 yıl diyoruz ya? İzleri en çok Konak’ta hem yer altında hem de yer üstünde var geliyor bana.

Ayrıntıları yine yazacağım ama, bunca sıkıntıya rağmen Başkan Batur’un “tarihsel kültür kimliğiyle Konak” farkındalığını oluşturması gerekiyor. Tarkem’in taktik hatalarının iyi niyetinden kaynaklandığına inanmak istiyorum. Ama Konak merkezin sadece Hatay değil mesela aynı zamanda Osmanzade yokuşu da olduğunu haykırmamız gerekiyor.

Konak Belediye Başkanı Abdül Batur’un acil olarak “kadim mahallelerde” bir tarama yapması zorunlu. Bu konuda da lütfen İzmir dışı kerameti kendinden menkul insanlara ya da “her konuda filozofum” diye ortalarda dolaşan tuhaf akademisyenlere değil, ayakları Konak’a basan, yüreği sokaklarında çarpan kent aydınlarına kulak vermesidir.

O sinagog yıkılmayabilirdi!

***

BUCA’YA DİKKAT…

Bir zamandır dikkatimi çekiyor. Bunca “hay huy” içinde İzmir’de her şeye rağmen “kültürel” alanda ilginç ve ilgiye muhtaç gelişmeler de var. Günlerini sürekli “sığ siyaset” dedikodularıyla geçirenlerin beni de İzmir’i de anlayacaklarına zerre inancım yok ama, madem köşem var ben de yazarım. Sonra denize atarım “balık bilmezse” bilen bilir kıymetini belki de…

Buca ne yazık ki yeterince “tarihsel” gündem olamadı. Nedendir niçindir bir yana, şimdiki Başkan Erhan Kılıç “yerli” ve “genç” ekibiyle tarihe dokunmayı da başarıyor. Buca’nın sadece levanten değil, tüm geçmişini ve elde kalan metruk da olsa yapılarla masaya yatırmaya başlamış. İzmir Büyükşehir Belediyesi ile de olması gereken bir işbirliği içinde. Genç başkanla görüşeyim, Cuma’ya size daha açık yazacağım

***

SEYDİKÖY’DE NE OLUYOR?

Ercan Çokbankir ağabeyim geldi geçen günlerde. Seydiköy muhabbetimizde, tarihi tren istasyonunda kurdukları “anı evi” konseptinin tehlikede olduğunu söyledi. Bu hafta gidebilirsem kendim gidip göreceğim. O güzelim yapının bozulmasına yüreği İzmir için çarpan kimse dayanamaz. Ne yazık ki İzmir’deki tarihi istasyon binaları anlamıyla değerlendirilemiyor. Bornova, Buca, Kemer, Seydiköy, Karşıyaka, Selçuk falan hep “tartışmalı” ve ne yazık ki İzmir’den ruhen nasibini alamamış “rant beyinlilerin” hedefi. Basmane ve Alsancak istasyonlarının hal-i pürmelalleri ortada. DDY zaten “kültür dışına” çıkmış bir garip “çadır anlayışında”. Bir de buna Seydiköy’ü eklemeyelim değil mi?