Her hangi bir tarafın kanatları altına sığınıp, tüm algı kanallarına beton döküp, vicdanı ve ahlakı erteleyip, günün rüzgarına kapılıp gitmek, ne güzel olurdu. Dört kelam, üç eda, tüm değerlere elveda diyerek, şimdi gönül okşamak, güdü kaşımak, sade suya tirit cümlelerle kendinden menkul görünmek, ne kolay olurdu. Yetmez, kim bilir ne hoş kazanç kapıları açardı, değil mi? Sormaya gerek yok, ruhunu ve ahlakını ve insanlığını evde bırakıp ortalıkta dolaşanların, kişiliksizliğin, cehaletin, insanlık erdemlerine ihanetin, nasıl işkembe doldurduğu gayet açık. Yineleyelim; hangi taraftan olursa olsun…

Biliyorum, bir sevgili dostumun harika benzetmesiyle, “fikir zaptiyeleri” bunları yazdığımız için, kaş devirip, yumruk sıkacaktır. Bizi hain safından sayıp, ihbar öznesi olarak adlandırıp, hedef tahtasına oturtacaktır. Tıpkı “barış”, “kardeşlik” dediğimiz için, diş bileyen embesiller gibi! Ama neyleyelim ki, inandığımızca yazmak, yazdığımızca yaşamak, bunların hayatla sağlamasında bir hata varsa, özeleştiri yapmaktan çekinmemek gibi bir “yaşama biçimi”ne sahibiz. İsa’ya ya da Musa’ya yaranıp yaranmamak gibi bir kaygımız da yoktur. Biz büyük yalnızlığımızı, “Ülkemiz ve insanlık, bayram günlerini mutlaka yaratacak ve yaşayacaktır” diyenlerin yolunda çoğaltmaya çalışıyoruz.

Hayır, sürüleştirilmiş güruha değildir bu kelamlar. “Neden şehitler ölmesin, vatan bölünmesin?” diye soruversen donacak, anlayamadığı için sopaya silaha sarılıp bizi öldürmeye yeltenecek vandallara değildir. “Neyi neden reddediyor, yerine ne istiyorsun?” diye sorsan, önce bön bön bakıp, sonra küçücük bir provokasyon işaretiyle ilkelleşecek, cebine üç kuruş sokuşturulmuş, geleceğine dair bir iş ya da cennet vaadi duymuş, boğazına kadar battığı faşizmden bihaber zavallılara değildir.

Hayır, hayatın yüklediği yoksulluk ve yoksunluktan, etnik kimliğin kutsanmasıyla kurtulacağına inandırılmışlara da değildir, bu kelamlar. Dünya Devrim Mücadelesi Tarihi'ne onurlu sayfalar ekleyen bir hareketi, tüm kavramlarından soyutlayıp, bir bölgeye ve kökene indirgemenin ne olduğunu bilmeyenlere de değildir. Şeyhlerin, melelerin, töre denilen saçmalıkların, ağalıkların ve cehaletin ve iç yakan yok oluşların kıskacında yaşarken, bu neyin mücadelesidir diye düşünmeyenlere de değildir. “Halkların kurtuluşunu, bir ülkenin mutluluğuna dönüştürmeye ne dersin?” diye sorsan, seni faşistlikle suçlamaya yeltenenlere de değildir. “Sınıf”tan bahis açalım mı? Emperyalizmin hem nalına hem mıhına taktiklerine, bu ülkeye ve coğrafyasına dair 200 yıllık “stratejik planı”na, bu planın işbirlikçilerine, devşirmelerine, alçaklarına girmeye ne dersin? Bu güruha bunları sormanın, bir anlamı olabilir mi?

Bizim itirazımız bu zavallı lümpenlere, iki parlak söz–üç kuruş vaatle, bir dakikada şimdi yaptıklarının tam tersini savunacak uyuşturulmuş aptallara, bastırılmış cinselliklerini, öfkelerini, yarınsızlıklarını yakıp yıkmakla halledeceğini sanan travmatik güruha, gençlik erdemlerinin kimler elinde mahvedildiğini bilemeyenlere değildir.

Bizim itirazımız, Türk, Kürt, Çingene, Laz… Velhasıl bu coğrafyanın tüm çiçeklerini mücadeleye, bahçemizi yakmak isteyen faşist ve yobazlara karşı direnişe çağıran bir itirazdır. Aşağılık maskelerin, sana düşman bana düşman işbirliklerinin yırtılmasını, darmadağın edilmesini talep eden bir itirazdır. Bir ülkenin mezarlığa, devasa bir taziye evine dönmesine itirazdır. Köşelerinden, ekranlarından, kürsülerinden kusanları, hayatımıza tebelleş olanları tanımak, teşhir etmek, hesabını sormak bir insanlık gereğidir. Artık bize düşen, sürekli bunları yazmak, ülkemiz için çığlık atmaktır.

Yumma gözün kör gibi! Çünkü ülkemize yazık olmaktadır.