Hannibal Barca, İ.Ö. 218’de ordusunu Alplerden geçirirken, kadim dağlar kar ve buz ve keskin rüzgârdan ibaret bir karabasana dönüştü. Askerleri donarak, kayalardan düşerek, hastalıktan kırılarak beşer onar ölmeye başladı. Telaşlandı çevresindekiler, “Dönelim” dediler. “Hayır” dedi, “Ya bir yol bulacağız, ya bir yol açacağız!” Yürüdü ve sonunda yarısı dağlarda kalmış ordusunu Po Ovasına ulaştırdı.

Ne zaman “Yol” deseler, aklıma bu öykü gelir. Bu büyük komutanın mezarının bulunması ve bir anıt yapılması, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün isteğiydi. 1981’de buna uyularak, Gebze TÜBİTAK yerleşkesine bir anıt yaptırılmıştır. Bulunduğu tepeye Hannibal Tepe denir, beş ayrı kitabede beş ayrı dilde yaşamı anlatılır. Gazi’nin Kartacalı’ya hayranlığı boşuna değildir. Onları buluşturan, tüm yolların bittiği yerde bir yol açma ustalığıdır. Gazi de umutsuzluk kar ve buz ve keskin rüzgâr olup memlekete çökmüşken, “Yürüyelim!” demiş, kalbindeki umudu paylaşanlarla ve halkıyla yeni bir yol yaratmıştır.

Bugün yeryüzü büyük bir dram yaşıyor ve ne Gazi’nin, ne de Hannibal’in kalibresine rastlamak mümkün. Demokrasinin birer görece adacıklar halinde yaşandığı dünyamızda, coğrafyaları yönetenler bu mümkünsüzlüğün birer kanıtıdır. Sözlerine kulak verin. Edalarına ve söylemlerine sinmiş cehalete, bağnazlığa, şişmiş egolara bakın. Bin makyajlı suratlarının hemen arkasında duran karanlığa görün. Yolun bittiğini, yeni bir yol bulma ve açma gerektiğini, bunlar mı düşünüp anlatacak ve insanlığa yeni bir umut sofrası açacak?

“Yeni Ortaçağ”ın temsilcileri, aklı, algıyı, vicdanı, hukuku, sanatı ve bilimi boğuyor. Yüz yıllar öncesinden canlanan bir heyula, insansızlığı ve vicdansızlığıyla, dinden ırkçılığa, bayraktan kökene her türlü argümanla yeryüzünü mahvediyor. Umut şudur ki, dün benzerleri nasıl gittilerse bunlar da öyle gidecek. Keder şudur ki, tarih bu utanç sayfalarını nasıl taşıyacak? İnsanlık hepsini aşıp, yeniden ayağa kalkmak ve kan, öfke, şiddet ve karanlık altında kalmış değerlerini kurtarmakla uğraşacak ve mutlaka başaracaktır. Vah ki yitirilen zamanlara ve kuşaklara…

Bu bataklıktan çıkış, topyekûn bir “yol ayrımı” ile mümkündür. Yol ayrımına, artık ezberlediğimiz saptamalar ve yakınmalar yetmez. “Yeni Ortaçağ” temsilcileri, örgütlenmeleri ve tedarikçileri, yapılarının, sınıflarının, dünya görüşlerinin gereğini yapmaktadır. Sorun, “yol ayrımına” kendimizden başlayıp başlayamayacağımıza dairdir. Biz neyi, neye göre ve nasıl yapacağız, yapmalıyız?

Artık… Bu gidişata karşı çıkmaya, onların diliyle konuşmanın yetmediğini görmek gerekir. Kavramlar temizlik istiyor. Söylemin romantikliğine sığınmak, kavramları sıradanlaştırmaktan başka işe yaramıyor. Asıl hedefi özgürlükleri yok etmek olanların söz ve tavırlarını, “özgürlüğün gereği” olarak görmemek, bir hakka dönüştürmemek ve pazarlanmasına yardımcı olmamak gerekir. Kendi kavramlarımıza sahip çıkmak, bunların hayattaki karşılıklarını anlatmanın, göstermenin ve kanıtlamanın yöntemlerini bulmak gerekir. Bir ırkçıya, ırkçılığın söylemiyle direnilemez. Dini sömürü aracı olarak kullananların maskesi, dinsel kavram ve tavırlardan medet umarak indirilemez. Aslı dururken, size niye bakılsın, inanılsın ve çıkış umudu olarak bakılsın ki? İşin size ait kavramları ulu orta kullanmaya başlamaları vardır ki, bu bambaşka bir dramdır. Kitlelerin pragmatik (güne bağlı yararcılık, çıkarcılık) beklentilerine ayak uydurmanın ve popülizmden medet ummanın işe yaramadığını artık görmek gerekir. Ustaları dururken, özentilerine kim kulak asar? Olsa olsa, Bizans düşerken meleklerin cinsiyetini tartışanlara dönersiniz. Esası ve gerçeği unutup, onların belirlediği gündeme laf yetiştirmenin ya da üfürükten lafazanlıklarla kürsü, köşe, ekran işgal etmenin bundan bir farkı yoktur. Bu aymazlığın kimin işine yaradığını görememek, hazin bir çelişkidir. Hangi yoldan yürüyoruz ve neden ayrılmalıyız? Yanıtı, gerçeğimizle yüzleşmeye bağlıdır.

Bu ahval ve şerait içinde sanat ne haldedir? Gelin işin bu faslını da haftaya konuşalım.