İzmir’in 30 ilçesi her biri kendine özgü tarihsel geçmişe ve belleğe sahiptir. Bunlar arasında salt nüfus artışına bağlı olarak köyden ilçeye dönüşmüş olanı da vardır; Hellenistik bir kentin üzerinde ve mirasında yükseleni de vardır.

Bu ilçeler sahip oldukları tarihsel miras bakımından ve bu tarihsel miras üzerinden oluşturmaya çalıştıkları bellek/hafıza açısından birbirinden çok büyük farklılıklarla ayrılmaktadır. Bir ilçe müze, bir diğeri kent belleği, arşiv oluşturarak kent kimliğini ortaya koymak ve böylece kentlisinin aidiyet duygularını güçlendirmek için inanılmaz gayret içindeyken bir diğer ilçe için bu kavramlar hiçbir anlam ifade etmemektedir…

Seferihisar bu ilçeler arasında talihsiz olarak adlandıracağımız ilçelerdendir. Gerek Osmanlı’nın eyalet sistemi içinde gerekse vilayet sistemi içinde her zaman bir kaza olarak varlığını sürdürmüş olan Seferihisar, bu zengin tarihsel birikiminin yansımalarını ne kentsel/fiziksel olarak ne de arşiv/bellek/hafıza değeri olarak ortaya koyabilmiştir.  

Aslına bakılacak olursa Hereke/Düzce ile birlikte nahiye olarak bağlı olduğu Çeşme ve İzmir kazalarından ayrıldığı 16. yüzyıldan bugüne yani 500 yıldır kaza olan bir ilçedir Seferihisar. Bu 500 yıllık (elbette beylik dönemi olarak öncesi de vardır) dev tarih için yayınlanmış kaynak ve araştırma sayısı iki elin parmaklarını geçmez! Bunun böyle olması pek de kimsenin umurunda olan bir vaka da değildir. 2004 yılında ilçede kaymakam olarak görev yapan Dr. Mehmet Gödekmerdan’ın öncülüğünde Ege Üniversitesi (yakın zamanda kaybettiğimiz çok değerli hocamız Zeki Arıkan’ın müdürü olduğu dönemde İzmir Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin koordinasyonunda) tarafından hazırlanan çok değerli bir sempozyum yapılmıştır. Bir de akademik bir çalışma (bol miktarda tarihsel yanlışlıklarla bezenmiş!) söz konusudur!

Bugün bile Seferihisar’ın sokaklarında yapılacak küçük bir gezinti, arta kalanlarıyla dahi size o tarihsel zenginliğin kokusunu buram buram hissettirecektir. Her bir sokağında her bir köşesinde öylece yıllardır yatan ve görünüşe göre daha yıllarca yatacağa benzeyen işlenmiş bir antik taş, tambur, sütun parçası sizi karşılayabilir. Gerçekten neredeyse her sokakta mutlaka vardır. Nereden nasıl getirilmiştir, kaydı tutulmuş mudur, envantere alınmış mıdır, bilinmez… Kimisi bir köşe başında beygire veya eşeğe binmek amacıyla binek taşı olarak kullanılmıştır. Kimisi küfe yüklü hayvan kerpiç evin köşesini harap etmesin diye evi koruma amaçlı kullanılmıştır.

Camikebir, Tepecik, Hıdırlık gibi mahalleleri 16. yüzyıldan beri varlığını isim olarak da sürdüren mahallelerdir. Ancak bu muazzam birikim ve zenginlikten bir eser kalmamıştır. Camikebir, Çolak İbrahimbey ve Turabiye mahallelerinin kesiştiği noktada yer alan Osmanlı dönemi tarihsel mirası hamam kalıntısı içler acısıdır. Hıdırlık Mahallesi’ndeki hamam kalıntısı biraz daha derli topludur.

Osmanlı döneminde Seferihisar’ın Rum mahallesi olan günümüzün Çolak İbrahimbey Mahallesi’nde bir-iki konut hariç izler tamamen silinmiştir. Ancak Fevzi Çakmak Caddesi ile Mektep Caddesi köşesinde bu iki caddeye bakan ikiz çeşmede alınlık olarak kullanılan ve muhtemelen Rum kilisesinden kalan iki haç bu izlerin yegâne simgesi olmayı sürdürüyor. Bunu yapanın da bilinçli olarak mı, hiç farkında olmadan mı ya da muziplik olması için mi yaptığı da ayrı bir sorudur…

11 Eylül günü saat 05.00’te Seydiköy’den yola çıkarak Kızıldağlar’ı aşmak zorunda kalan -çünkü Hayıt Kısığı denen mevki, yani bugünkü Narlıdere İstihkâm’ın bulunduğu dar geçit Yunan gemilerinin bombardımanı altındaydı- ve aynı gün saat 16.00’da Seferihisar’a giren 3. Süvari Tümeni’nin başında olan Miralay Çolak İbrahim Bey’in adının bu mahalleye verilerek bir büstünün konması isabetli olmuştur.

Geçmişten Günümüze Gelirsek

Seferihisar’ın tarih kokan sokakları tek tek özelliğini ve niteliğini yitirmektedir. Tek tük kalan kerpiç evleri, hamamları ve çeşmeleri birer tarihsel miras iken günümüzde bir başka kentsel tasarım(!) geleceğe tarihsel miras olarak kalacak gibi görülmektedir. Kentte daire ve villalara yoğun talep sonucu hız kesmeden devam eden inşaat furyası şehircilik anlayışında yeni bir uygulamayı insanlara engel olarak dayatıyor. Müteahhitler metrekare kaybetmemek adına bina giriş merdivenlerini ya da rampalarını kaldırıma inşa ederek yeni bir şehircilik anlayışı geliştirmekte, bu duruma müdahale etme gereği de duyulmamaktadır. Bina giriş yüksekliği 60-70 cm bırakılmak suretiyle binaya giriş basamakları ve rampalar kaldırımlara inşa edilmektedir. 4-5 metre genişliğindeki sokaklarda bulunan tek katlı kerpiç veya iki katlı yığma tuğla evlerin yerine -çekme mesafesi uygulanmadan- verilen 4-5 kat imar belki müteahhiti veya mal sahibini mutlu edebilir ama ya kent o mutlu olur mu acaba… Hele de bu konuda İzmir gibi kötü bir örnek varken…

Altyapının yetersizliği konusunda sakinlerin çığlığı ayyuka çıkmaya devam ediyor; yağmurlu günlerde çamur içinde yürümek; 35 kilometrelik bir mesafeyi minibüs büyüklüğündeki İZTAŞIT denen garabet bir uygulamada insanların sıkış tepiş taşındığı toplu taşımayla yapmak; rant ve kişisel ikbal uğruna geleceği alınmış bir Seferihisar’ı gelecek kuşaklar adına emanet olarak tutuyor olmak…

Kentlerin sessiz çığlıkları duyulur mu ki…