“Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” (insan hafızası unutkanlık hastasıdır), demiş eskiler. 

Doğrudur, doğrudur ama söz doğrudur, yoksa sonuç yanlıştır. Çeşitli nedenlerdendir “unutkanlık”, ama “unutmak” milli hastalığa dönüşürse ya da “unutkanlık” siyaset haline gelirse, sonuçları çok ağır oluyor işte. Tarih yazan, yapana sadık olmayınca “unutkanlık” kader haline, alışkanlık haline dönüşüyor.
Nefret ediyorum “unutkanlıktan”. Çünkü “unutunca” oluşan boşluk, yalanla doluyor, yanlışla doluyor. Bir bakıyorsunuz sonra “hainler” kahraman, “kahramanlar” ya hain ya unutulmuş oluyor belki de…

Bunun da nedenleri var elbet lakin umurumda değil. Birileri bir şeyler yazdı diye neden hemen inanalım ki? Önemli olan, yazılanı düşünebilmektir. Yoksa insan olmanın farkı nerede kalır.

Yeniden yazmaya başlıyorum. Teşekkür ediyorum vesile olanlara. 

Ama yazacaklarımı sadece “tarihten nameler” olarak düşünmeyin. Ukalalık, küstahlık etmeyeceğim. Bilim “adamlarını” adam gibi değerlendirip sizin dikkatinizi çekeceğim. Haftada iki gün yazacağım, konu çok çünkü. Bu köşeyi de “babamın çiftliği” gibi görmeden, İzmir için yüreğini, beynini ortaya koyan herkese açacağım. Ama söz konusu olan “İzmir için yaşayan, İzmir’i bilenler” olacak. Tarihi “tüccar” mantığıyla değil, bir manevi miras ve aktarılacak değer olarak görenlerle yoldaşım. Ve tarihi “kendi tekliğinde değerlendirip” siyasetle, ticaretle bağdaştırmayan kim varsa başımın tacıdır. 

Ağustos ayındayız. 30 Ağustos’a iki gün kaldı. Heyecanım dorukta; ama kaygılarım da dorukta. Pandemi nedeniyle “tören ve etkinlikler” yapılamayacak. Kaygım bundan değil ama ilk cümlede yazdığım hastalık “ulusal günlerimize de” sirayet etti. “Etkinlik” adına ne yapılacaktı İzmir’de inanın bilmiyorum. Duyduklarımın çoğu da “dostlar alışverişte görsün, çene suyu çorba” şeklindeydi. Benim kaygım pompalanan unutkanlığın “ulusal günlerimizi” üçüncü sınıf festival tantanasına döndürmesi. Örneğin 30 Ağustos sadece 30 Ağustos’ta kutlanacak, anılacak bir gün değil. 30 Ağustos “zaferin” adının konduğu gün. Ya 9 Eylül? Ya 29 Ekim? 

Öyle bir alışkanlık hasıl oldu ki, sanki 29 Ağustos günü bomboş geçmiş tarihte de 30 Ağustos gelince “pat diye” zafere yürümüş “Kemal’in askerleri”! Haydi canım sen de, sonra da kendimizi kandırıyoruz: “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” diye!

Yarın 29 Ağustos örneğin. Bir şey olmamış mı tarihte? İstiklal Savaşı’nın büyük zaferinin bir gün öncesi? Olmuş elbet. Ama size anlatacağım bu değil. Ben bugün size 29 Ağustos 1944’te vefat etmiş inançlı bir kahramanı anlatacağım. Konuştuğumuz, ama unuttuğumuz. Evini bile koruyamadığımız, kabrini on yıllarca mahzun ve sahipsiz bıraktığımız bir kahramanı. Ailesi sürebilseydi belki “sahipsiz” kalmazdı da on yıllar sonra “İzmir” sahip çıktı kahramanına. İzmirlinin helal oylarıyla seçilen belediyesi sahip çıktı. Şimdi eşiyle umuyoruz ki huzur içinde uyuyor. Bilenler ziyaret ediyor, bir dua okuyup şâd ediyor “Kalpaklı Müftü Efendiyi”. 

İşte konumuz budur bugün. 

Aslında ne çok örnek insanımız, ulusal kahramanımız var tarihimizde. 

Eminim çoğumuz ne kendisini biliyor ve hatırlıyoruz ne de yaşadığı yerleri, hatta kabrini biliyoruz. Oysa hepsi yaşadı, örnek oldu ve göçtü bu dünyadan. 
Tarihimizi biz yazmadık galiba… Özellikle de son iki yüz yılı… 

Yazanlarımız olduysa da, ya bilerek eksik bıraktılar ya da “birileri” eksik bıraktırdı. Zaman içinde ya tesadüfen rastladık onlara ya da kader bir şekilde bir hatırasıyla karşımıza çıkardı.  

Yıl 1919… Aylardan Mayıs… Günlerden Perşembe… 15 Mayıs 1919 Perşembe… Sabah saatleri… 

İzmir’de hava serince. Lakin bu serinlik ve yer yer kararan bulutlar mevsimsel değil. İzmir’de ciddi bir sıkıntı var. Bu kara günün bir öncesi hatta hala bence büyük bir kısmı karanlıkta olan işgal ve kurtuluş sonrası var… 

Neyse elbet bunlar da bir gün gelir çıkar ortaya. Kimler üzülür kimler sevinir bilemem. Lakin artık bu dünyadan göçmüş insanlara ve soylarına hakaret etmeden gerçekleri ortaya çıkarma da bir zorunluluktur. 

Dedim ya, İzmir’in işgali öyle sabahtan akşama olan bitenin anlatılacağı bir olay değil. Bugünün öncesi var ki, işte o öncesinde artık unutulmuş ve her biri birer gerçek vatan sevdalısı insanların kaygıları, koşuşturmaları var. 

Ve bu çabaların bütününü sadece “İlk kurşunu atan Hasan Tahsin (Osman Nevres) ile” açıklamak bence büyük haksızlık. Hasan Tahsin ne kadar büyük bir kahramansa tabanda vatan sevdasını yitirmeden çaba gösterenler de büyük ve hatırlanması gereken kahramanlardır.  

Bir gün önceye gidelim… 

14 Mayıs 1919 günü… İzmir’de artık işgalin olacağının duyurulduğu ve herkesin teslim olması, işgalciye biat etmesi gerektiğinin “devlet” tarafından da savunulduğu gün. Ancak hala işgalin olmayacağını, bunun yalan dolan olduğunu söyleyenler de var. Aya Fotini’de “ayin arası kışkırtıcı” nutukların çekildiği, gayrimüslimlere bilgilerin gittiği aşikâr da, nedense İzmir’in Türk Müslüman yüzü, sürekli bir kandırmacayla avutulma derdinde…

Ancak 15 Mayıs’ın “kapkaranlık bir gün” olacağını kesin olarak öğrenenler, büyük bir çabayı da başlatmışlar 14 Mayıs’ta. İzmir’in merkezinde Maşatlık alanında bir “işgali ve ilhakı ret” toplantısı yapmaya karar vermişler.  

Lakin bir olay daha var 14 Mayıs günü… 

İzmir’in “devlet başı” Valisi artık “gerçeği” açıklayacaktır:  

“Vali İzzet Bey de şehrin ileri gelenlerini bir toplantıya çağırarak vaziyeti kendilerine bildirdi. Bu toplantıda bulunan İzmir Müftüsü Rahmetullah Efendi, direnilmemesini isteyen Vali'ye, bembeyaz sakalını işaret ederek, “Vali Bey, bu kanımla kırmızıya boyanabilir. Fakat alnımda Yunan alçağını sükûnet ve tevekkülle karşılamış olmanın karası olduğu halde huzur-u İlahiye çıkamam” diye bağırarak toplantıyı terk etti. Bu olaydan kısa bir süre sonra da müftünün emriyle müezzinler minareden selâ vermek suretiyle halkı durumdan haberdar ettiler.” (1) 

İşte yeterince tanımadığımız kRahmetullah Efendiahramanımız budur: 

İzmir’in Müftüsü Rahmetullah Çelebi Efendi.  

Rahmetullah Efendi’nin yaşam öyküsüne hızlıca baktığımızda şu bilgiler var: 1872 yılında İzmir'de doğmuş. İptida ve rüştiyeyi bitirmiş. 1900 yılında icazetname almış. İzmir Müftülüğü görevine 1908’de İzmir Vilayeti Müftü Vekili olarak başlamış;  1910’dan sonra da asaleten bu göreve getirilmiş. 1916 ile 1919 yılları arasında Adalar Kazası Tahrirat Naipliği göreviyle bir süre İzmir'den ayrılmış. Hatta buna biraz da sürgün demek lazım. Çünkü 1919 yılında tekrar İzmir Müftülüğü görevine döndüğünde, 30 Mart 1919 tarihli Hukuk-u Beşer Gazetesi’nde “Rahmetullah Efendi vilayetimiz müftülüğüne tayin olunmuştur. Esbak Vali Rahmi Bey'in keyfî muamelesinden dolayı mukaddema azledilen Müftü Rahmetullah Efendi vilayetimiz müftülüğüne tayin olunmuştur” diye haber olmuştur ki, bu gazetenin “Hasan Tahsin” Bey’in gazetesi olduğunu hatırlatmak isterim. 

İşgal öncesinde İzmir’de Maşatlık alanında düzenlenen mitingde, vatan sevgisinin imandan olduğunu, haykıran Rahmetullah Efendi:  “Kardeşlerim… Ciğerlerinizde bir soluk nefes kaldıkça, damarlarınızda bir damla kan kaldıkça, anavatanımızı düşmanlara teslim etmeyeceğinize Kur’an-ı Kerim’e el basarak benimle birlikte yemin edin…” şeklindeki sözlerle halkı direnişe çağırmış.  İşgal sırasında ise sadece İzmir Müslümanlarının can, ırz ve mal emniyetlerini düşünmüş, işgal yönetimiyle ilişkilerinde duruşunu hiç bozmadan dikkatli bir süreç yaşamış ama ulusal mücadeleye de çıkar beklemeden desteğini sürdürmüştür. 

Rahmetullah Efendi, işgal yıllarında Yunan Genel Valisi Stargiades ile mesafeli ve milli duruşunu gizlemeden iletişim içindedir. Hatta araştırmacı Sevgili Yaşar Ürük’ün anlattığı bir olay, Müftü Efendi’nin onurlu ciddiyetini ve inancını kanıtlar şekildedir. 

Sevgili Yaşar Ürük’ten izinle aynen aktarıyorum şimdi, fotoğraflar için de üstadıma teşekkür ediyorum: “Çorakkapı Camii, Yunan işgali sırasında kurşun yağmuruna tutulup yara aldığı için Gazi'dir. İşgal döneminde bir bölük Yunan askeri, trenle Kasaba istikametine gönderilmek üzere gara getirilir. Tam bu sırada caminin müezzini vakti geldiği için minareye çıkar ve öğle namazını okumaya başlar. Bu mübarek ezan sesine sinirlenen askerler camiyi yaylım ateşine tutarlar. Caminin her tarafı delik deşik olur. Aynı gün, dönemin İzmir Müftüsü, Çelebizade Rahmetullah Efendi, büyük bir cesaretle soluğu İşgal Umumi Valisi Stergiades'in makamında alır ve durumu anlatarak olayı protesto eder. Stergiades'in olaydan haberi yoktur ve gerçekten de askerlerin yaptığına canı sıkılır ve Rahmetullah Efendi ile aralarında şu konuşma geçer:
- Üzgünüm Hoca Efendi. Bundan mütevellit ibadethanenizin zararı ne ise derhal takdim edelim.
- Muhterem Vali, bugüne kadar herhangi bir Müslümanın sizin kiliselerinizden birine el uzattığını hiç görüp duydunuz mu? Tazminat teklifiniz için teşekkür ederim. Gerçi işgaliniz altındayız ama bir camiyi onarmak için sizden para alacak kadar da düşmedik. Gene de sağ olunuz.
Rahmetullah Efendi’nin girişimi ile cemaat camiyi onarır. Ön cephedeki mermi izleri bulunan sıva indirilerek, duvar yenisi ile sıvanır.” (2)

 

Kaçımız Basmane’deki o muhteşem camimizin önünden geçerken, kafamızı kaldırıp o ulu minareye bakarız ki? İşgalin izlerini hala taşıyan o “Gazi minare ve cami” aslında yüzümüze sessizce de olsa “unutkanlığımızı” vuruyor.

Osmanlı Devleti’nin son, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Müftüsü olan Rahmetullah Efendi, Gazi Mustafa Kemal’in de takdirini kazanmış. 

29 Ocak 1923’te, Atatürk’ün Latife Hanım’la nikâhlarını da kıymış olan Rahmetullah Efendi, vefat ettiği tarih olan 28 Ağustos 1944 tarihine kadar müftülük görevini sürdürmüş. İzmir’in aydın din adamı Müftü Rahmetullah Çelebi Efendi, 72 yaşında, 29 Ağustos 1944 tarihinde vefat etmiş ve aynı gün Kokluca Kabristanı’nda toprağa verilmiş. 1949 yılında da eşi İkbal Hanım vefat ederek, Müftü Bey’inin yanına defnedilmiş.  

 

İzmir’in kurtuluş sürecinde her gününü vatanın bağımsızlığı için çabalayan bu kişiyi ne yazık ki zaman içinde unutmuşuz. Kabri de bu unutulmuşluğun izlerini anbean yaşamış işte. 2017 Şubat ayında, bir önceki Büyükşehir Belediye Başkanımız Aziz Kocaoğlu’nun “danışmanlığını” yaparken, önemli bir tarihçimizle yaptığım sohbet sırasında, Rahmetullah Efendi’nin kabrinin halini öğrendim. 

Açıkçası bu kabrin nerede olduğunu bile bilmiyordum. Ertesi gün, İzmir Büyükşehir Belediyesi Mezarlıklar Daire Başkanlığı’nın o zamanki Defin Hizmetleri Şube Müdürü Ümit Harite’den, mezarın tam yerini öğrendim ve aramaya gittim.  

Açıkça söylemeliyim ki, manzara dehşet vericiydi. Fotoğraflarda da göreceğiniz gibi sanki İzmir yeniden işgal olmuş da işgalciler Müftü Efendi’den intikam almış gibiydi kabri… Yanındaki eşi hanımefendinin de kabrinin hali aynıydı… 

Utanmıyorum dökülen gözyaşlarımı yazdığımdan ama utanıyorum ki, yıllarca İzmir’de “Kuvva-yı Milliye ruhunu” yaşamak için uğraşan ben, neden o ana kadar bu hazin durumu tespit edemedim? Ne kadar kaldım mezarı başında hatırlamıyorum. Ne yaptığımı da hatırlamıyorum. Ama ister inanın, ister inanmayın o gece düşümde de bir an gördüm Müftü Efendiyi… 

Lakin nasıl ve ne şekilde gördüm onu da hatırlamıyorum. Odama döndüğümde, derhal Başkan Aziz Kocaoğlu’na yazmaya koyuldum. 

Tarih: 27 Şubat 2017. Sayın Başkan derhal talimatı vermiş yazımı okuduğunda. Genel Sekreter Yardımcısı Aysel Özkan, Mezarlıklar Daire Başkanı Hülya Şahin, Defin Hizmetleri Şube Müdürü Ümit Harite ile neredeyse tüm daire çalışanları, büyük bir heyecan ile sıvadılar kollarını. Bende de öyle bir hal oldu ki, belki günde iki kez gidip bakıyordum. Kokluca Kabristanı görevlileri de ayrı bir heyecana kapıldılar, onların hassasiyetini yok sayamam. Çok çabuk yol alındı. 
İzmir’in bağımsızlık sürecine inancıyla, ruhuyla sahip çıkmış bu aydınlık insanın kabrinin de aydınlık olması için büyük çaba harcandı. 

Ve kabir onarıldı…  

1944’ten sanırım 1964’e kadar elden geçmeyen, 1964’ten 2017’ye kadar da unutulan bu kahraman din adamının kabri, şimdi adına layık bir hale getirildi. Eşi İkbal Hanım’la umarım ki daha rahat uyuyordur Müftü Efendi.   

Bu kabri, yüreği vatan sevgisiyle çarpan her yurttaşın ziyaret etmesi gerekiyor bence. Çünkü Müftü Efendi’nin ailesi yok artık. 

Onun yaşayan ailesi neden bizler olmayalım?  

Ben bu yıl da gideceğim yarın ziyarete Müftü Efendi’yi. Kadere bakın ki, benim rahmetli babamın da göçtüğü tarihtir 29 Ağustos. 

Şimdi sıra diğer “sahipsiz” görünen kahramanların kabirlerinde…   

İnanın çabalar sona ermedi. Aziz Kocaoğlu’ndan sonra İzmirlilerin helal oylarıyla seçilen Başkan M. Tunç Soyer de aynı heyecan ve coşkuyla yürüyor. Eşi Hanımefendi Neptün Soyer ile kadim İzmir’in bazı yerlerini ziyaret ediyoruz, notlar alıyoruz. Büyükşehir Belediyesi Etüt ve Projeler Daire Başkanı Ertan Dikmen Beyefendi’nin ve Tarihsel Çevre Şube Müdürlüğü personelinin de aynı heyecanda olduğunu yaşamak muhteşem bir duygu. Pazaryeri Mahallesi, Osmanzade Yokuşu, Hatuniye, Anafartalar Caddesi belki yakın zamanda yine çekim merkezi olacak. Tek düşüncem, o kapkara işgalin özellikle ilk ayında katledilen “Gevrekçi Kız” gibi yüzlerce masum insanımızın ruhlarını şâd edebilmek. Kentimin tüm dinamiklerinin, günde bir kez aynaya bakmasını diliyorum. O aynada gördükleri, eğer özgürce soluk alabiliyorsa, özgürce yaşayabiliyorsa bunun sebeb-i mevcudiyeti, Rahmetullah Çelebi, Miralay Fethi Bey, Hasan Tahsin Recep, Mümin Bey, Fadıl Bey, Gevrekçi Kız gibi ulu yürekli insanlardır. 

Notlar:

(1) Prof. Dr. Mehmet ŞAHİNGÖZ, “İZMİR’DE YAPILAN MAŞATLIK MİTİNGİ VE İZMİRLİLERİN İŞGALE TEPKİSİ”, 17 Şubat 2014, 
http://www.altayli.net/izmirdeyapilan-masatlik-mitingi-ve-izmirlilerin-isgale- tepkisi.html    
(2) Yaşar Ürük, “TARİHİ CAMİDEKİ KURŞUN İZLERİ İZMİR HAKKINDA MİNİK NOTLAR (008)
https://www.facebook.com/yasar.uruk/posts/10158259238123586