Bu hafta ölüm yıldönümlerinde andığımız üç büyük yazardan söz etmek istiyorum; Ahmed Arif, Orhan Kemal ve Nazım Hikmet’ten. Üçü de, ceberrut devletin hışmına uğramış olan bu yazarların suçu, ülkelerini, halklarını sevmekti. Yaşamları boyunca sıkıntılar, acılar çektiler. Gizli örgüt kurmakla suçlandılar. Yapıtlarının okurlarla buluşmasının önüne türlü engeller konuldu. Ama, hiçbir zaman yılmadılar, ödün vermediler. Yalnızca yaşadıkları acılar değildi onları buluşturtan, siyasi çizgilerinde ve sanat görüşlerindeki ortaklıktı. Üçü de, toplumcu gerçekçi yazınımızın ustaları arasında ve ön saflardadır. Genç şairler, yazarlar onların izini sürdüler, sürmeye de devam ediyorlar.

***

Ahmed Arif’i tanıma şansına kavuşmuş, mütevazi evine konuk olmuştum Ankara yıllarımda. Davudi sesiyle öğütler vermişti bu hevesli gazeteciye. “Asıl iş anlamak kaçınılmaz’ı / Durdurulmaz çığı / Sonsuz akımı” derdi… Gene o yıllarda tanıdığım Muzaffer İlhan Erdost, Ahmed Arif’i şu sözcüklerle anlatır, “Üç Şair” adlı kitabında: “Yeşil soğan, karanfil kokan cigara, zuladaki mahsun resim, bu henüz öldürülememiş ve belli ki öldürülebilemez direncin derindeki sessiz sesleridir. Bu tek tek sessiz seslerden bir koro doğacaktır. Onun hücresindeki küçük kağıt parçalarına çizilen dizeler, yirmi yıl sonra da olsa Ankara Merkez Cezaevi'nin arka hücrelerinin birinden, bir gece yarısı, sade bir idam mahkumunun, nöbetçiye bir cıgara uzatır gibi haykırdığı mısralar, Şükriye Mahallesi'ni ayağa kaldıran salt bilinç olur: Terketmedi sevdan beni. Ya da: Haberin var mı taş duvar. Ya da: Bir umudum sende, / Anlıyor musun?

Orhan Kemal, yaşadıklarını anlattı öykülerinde, romanlarında... Yoksul mahallelerde duyulan “Arkadaş Islıkları”nı, “72. Koğuş”larda yaşanan acıları ve de “Murtaza”ları onunla tanıdık. “Suçlu”ların, “Sokak Çocukları”nın, “Eskici ve Oğulları”nın, “Gurbet Kuşları”nın yazgılarına tanık olduk. Bursa Hapishanesi’nden tahliye olurken, orada tanışıp, öğrencisi olduğu Nazım Hikmet’e şöyle seslendi: “Sen / Promete’nin çığlıklarını / kabakıyım tütün gibi piposuna dolduran adam, / sen benim mavi gözlü arkadaşım. / Kabil değil unutmam seni. / 26 Eylül 1943 / seni yapayalnız bırakıp hapishanede / Bir üçüncü mevki kompartımanda pupa yelken / koşacağım memlekete.” (Orhan Kemal, Yazmak Doludizgin, Tekin Yayınevi)

***

Ve, Nazım Hikmet… Yalnızca edebiyatımızın değil, dünya edebiyatının büyük ozanı... Şiirleri, oyunları, düzyazıları, ‘müstear’ isimle yazdığı senaryoları ile kendisinden sonra gelen kuşakların yoluna ışık tutan bir usta; yaşamı boyunca ‘özgürlükçü komünizm’ idealinden ve barış savunucuğundan hiç taviz vermemiş, yaşamının uzun yıllarını hapislerde ve sürgünde geçirmiş bir aydın… Son dönemlerinde, reel sosyalizmin hataları politik angajmanını sorgulamasına yol açmıştı. “Anlamağa çalışıyorum, inanmayı yitirmenin pahasına” diyordu. Ama, gene de içi rahattı: “Yeniden vurdum mihenge inandığım şeyleri, / çoğu katıksız çıktı çok şükür”… Şiirleri pek çok dile çevrildi. Sayısız kitap yazıldı hakkında. Yapıtları sahneye ve beyazperdeye uyarlandı. Sovyetler Birliği yapımı “Aynı Mahalleden İki Delikanlı” ve “Romantika”yı Azerbaycan arşivinde izlemiş, çok etkilenmiştim. Birkaç özel gösteri dışında ülkemizde izlenemedi bu filmler. Orhan Kemal’den Memet Fuat’a, Vala-Nurettin’den A.Kadir’e, Kemal Sülker’den Zühtü Bayar’a, Taha Toros’tan Emin Karaca’ya, Ataol Behramoğlu’ndan Nedim Gürsel’e pek çok yazar Nazım’a ilişkin anı ve inceleme kitapları yayınladı. M. Melih Güneş şairin yolculuklarını, Oğuz Makal sinemacılık serüvenini yazdı. Atilla Coşkun ise, “Nazım’ın Davaları”nı.

***

Gerçek demokrasiyi tanıma olanağına kavuşamayan ülkemizde, yazarın yazgısı hiç değişmedi. Tutuklu gazeteci, yazar, sanatçı ve sanat destekçisi dostlara buradan selam ve sevgilerimi iletirken, Hrant Dink ailesine ve vakfına yönelik tehditleri kınıyorum. Orhan Kemal’in dediği gibi: “Kederli, mahzun, acılı olmak için sebepler mevcuttur, fakat ümitsiz olmak için tek bir sebep mevcut değildir. Daha acı, daha mahzun ol, fakat sevincin ve ümidin pırıl pırıl parlasın.”