Biri maço falan demeye kalkmış, gazetesi düzeltmiş. Öteki, 10 Kasım’da genelevlerin kapatılıp kapatılmadığını merak etmiş. Bir başkası, fesli meczuba tam da 10 Kasım’da geçmiş olsun ziyaretine gitmiş. O cenahın algı mühendisleri hayli öfkeli olmalı. Öyle ya, sen o kadar imaj çalışması yap, klip falan çek, inanmadığın manşetleri gazetene döşe, kes yapıştır malzeme ile demeç parlat, takiye yapacağım diye canın çıksın, sonra hepsi bunlar sayesinde çöpe gitsin.

Biz gazeteden sepetleme, soruşturma açıp mahkemeye dikme, dakikasında görevden şutlama makamında olmayan sıradan vatandaşlardanız. Arkadaşların tepe tepe kullandığı “ifade hürriyetinden” nasiplenmeye çalışarak, tarihe tespitlerimizi ekliyoruz. Şaşırtmamışlardır. Ama onlardan hala hayır bekleyenlere, değiştiklerini sananlara, bütün bunları demokrasinin tecellisi sananlara dair şaşkınlığımız, her geçen gün artmaktadır.

Haydi, algısı felç, vicdanı kara, bilgisi tın tın olan yobazı, anladık diyelim. Evlerden ırak liboş şımarığa, “haydi canım, ikile” diye kapıyı gösterdik diyelim. İyi ama kafası karışığa ne yapacağız, sevgisini 12 Eylül Atatürkçülüğünden bir adım öteye taşıyamayana ne diyeceğiz? Antidemokratik tavırlarına dün Atatürk’ü, bugün dini paravan yapmaya çalışanların yaptıkları ortadadır ve liboşun saldım çayıra hali ile kendine devrimciyim diyenin “doğru okuyamama zaafı” bu saçmalığa tedarikçilikten öteye geçmemiştir, geçemeyecektir. Onlar, şimdilik kalsın bir tarafta. Bizim derdimiz başkadır.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü anmanın, sahiplenmenin, izinde olmakla övünmenin, daha da önemlisi anladığını göstermenin gerekleri var. Bu tipleri bu kadar pervasız, saygısız ve giderek saldırgan yapan, yalnızca iktidar olmanın ölçüsüz güveni ve ego obezitesi midir sizce?

Gazi, yalnızca 95 yıl önce yazılan bir destanın öncüsü ve sonrasında 15 yıla sığdırdığı devrimlerin halk önderi olarak anılmıyor. Korunması, geliştirilmesi, bilimden sanata, emekten demokrasiye bizi insanlık bahçesinde onurla dolaştıracak değerlerin lideri ve önsözlerini yazan devrimcisi olarak anılıyor. Bu gerçek bilinmiyor ve bu ideale yakışır aidiyet korunmuyorsa, saygı gösterilerinin, sözlerini yinelemenin, ne kadar samimi olursa olsun hasret ve bağlılık beyanları dillendirmenin bir anlamı olamaz.

Bunlardan daha elim ve vahimi, Gazi’yi duygu patlamalarıyla anarken, söylediklerinin hayattaki karşılıklarını arama, savunma, dillendirme ve uygulamada düşülen yetersizliklerdir. Bunu günü yakalamak, geniş kitlelere ulaşmak, zamanın ruhunu yakalamak, sağ ile barışmak, buluşmak, kaynaşmak gibi soyut ve anlamsız gerekçelerle açıklamanız, andığınız kişinin söylediklerinden ve yaptıklarından savrulmak demektir. O’nun gıpta ettiğiniz sözleri ve eylemleri, ne zaman, hangi koşullarda ve nelere rağmen ortaya koyduğuna dair fikrinizin olmadığının itirafıdır. Uzatmaya ne gerek? Devrimci ruhunu korumadan, Gazi’yi anmak mümkün olabilir mi?

Yıllardır “Onlarla aynı dili kullanmanız, aynı şeyleri söylediğiniz anlamına gelmez” derken, ya savunduğunuzun karşılığını arayınız ve ona göre cümle-eylem kurunuz, ya da artık savunmadığınızı söyleyin, siz de rahat edin, umutlar, düşler ve samimiyetler de rahat etsin demek istiyoruz.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü devrimci ruhundan soyutlamak, hayatın her alanını belirleyen ve bilim ve akıldan güç alan öngörülerini görmezden gelmek, laiklik başta olmak üzere tüm değerlerin içini boşaltmak, 12 Eylül’cü “our boys” ile tosunlarının işlediği, bağışlanamaz bir suçtur. Nadir Nadi’ye “Ben Atatürkçü Değilim” dedirten gerekçeleri bir daha okuyup anımsamak bile, bizi bu garabetten ve korkunç bir tezgâhın yedek parçası olmaktan kurtaracaktır.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü yaşamıyorlardı ki yaşatmak için mücadele etsinler. Onlara benzemek istemiyorsak, sözün, duruşun ve mücadelenin tozlarından arınmak gerekmektedir. 80 yıl sonra bile kopardığı fırtınalara ve yaktığı ateşlere ve umudu hala Gazi Mustafa Kemal Atatürk olan bu ülkeye yazık etmemek gerekmektedir.