Ağır, kederli, hüzünlü bir kış geride kaldı. Kuşkusuz, ateş en çok düştüğü yerleri yakıp kavurdu. Kocaman bir mezarlığa dönen ülkede, keyifler kaçtı, umutlar tükenme noktasına dayandı. Biz bu duyguları, bin soru bin kaygı halinde yaşadık. Bir de fotoğrafa başka türlü bakanlar, rötuşlamaya çalışanlar, ölümü bir yandan kutsarken bir yandan doğallaştırmaya kalkanlar, olup biteni sorgusuz sualsiz kabul etmemizi dayatanlar da vardı. Menkıbe yazarları, ikbal devşiricileri, hamaset şampiyonları, henüz gömülmüş bir insanı unutup, sıradaki ölünün cenaze törenine hazırlanıyordu. Yanan, kavrulan, kahrolan bizdik.
Uzun sürmüş bir yaz mevsiminden geçtik. Acıyı derinden hissetmek de, acının gereğini yapmak da, her zamanki gibi bize düştü. Bir yanımız gidenlerle birlikte gömülürken, bir yanımız bitmeyen saygı duruşlarındaydı. Bir yanımız isyan ve itiraz fırtınasında savrulurken, bir yanımız “bir daha olmasın” temennileri nasıl gerçeğe dönüştürülür sorusuna yanıt aramaktan yoruldu. Öyle de olmalıydı. Bize tabut başında melül mahzun duruşlarla poz verip, on dakika sonra göbek atmak, düğün dernek halaya durmak yakışmazdı. Halk bizdik çünkü. Mezarlığa dönen bizim ülkemizdi. Gidenler bizimdi.
Cümle neşeyi, şarkıyı, kahkahayı ertelemek gerekirdi. Elbette! Gereken yapıldı. Ama dahası da yapılmalıydı. Nasıl? İşte bu yazı, bu soruya yanıt aramak için yazılıyor. İçimizdeki kış dinmeyecek. Şairin söylediğince, “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!” Ama…
Ama yaz geldi işte. Doğanın günlük güneşli yüzü karşımızdadır. Yaz, insanın doğayla, kendisiyle ve başkalarıyla yaşayacağı büyük buluşmaların da adıdır. Yozlukla yobazlık, ihanetle cehalet, döneklikle satılmışlık, rezillikle kepazelik ne kadar pervasız olursa olsun, ne kadar kana ve cana doymaz olursa olsun, bu ülkeyi cehenneme çevirmek için ne yaparsa yapsın, bu buluşmalar engellenemez. Engellenmemelidir.
Bu buluşmalar, ulusal, geleneksel, simgesel, kültürel ve sosyal anlamlar taşır. Bu anlamlar doğrultusunda gerçekleştirilecek etkinlikler, asla ertelenmemeli, ötelenmemeli, en büyük korkusu halkın buluşması olanlar, asla sevindirilmemelidir. Ama nasıl?
Öteden beri, acılarımızın sorumlusu bilimmiş, kültürmüş, sanatmış gibi davrananlara, bu bağlamda kirlilik yaratanlara benzemeyerek… Kültür ve sanatı “eğlence”ye indirgeyen zavallı zihniyetleri, asla sevindirmeyeceğimizi göstererek… Kültür ve sanatın, göbek atma, avaz avaz çığırma, boş zaman geçirme vesilesi olmadığını önce biz anımsamalıyız. Bunu başaramazsak, her acıda önce kültür ve sanat eylemlerini yasaklamaya, engellemeye, ötelemeye ve nihayet kendi berbatlıklarını kültür ve sanat diye tezgahlamaya kalkanlara benzeriz. Hayır, biz yas ayağına, örneğin 19 Mayısları, 23 Nisanları buharlaştırıp, iki saat sonra düğün derneklerde kıkırdayıp poz verenlere de benzememeliyiz.
Çünkü bizim, bu kepazeliklere, iki yüzlülüklere ve nihayet bu ülkenin başına örülmeye çalışılan çoraplara, kurulan tezgahlara direnmemiz gerekmektedir. Bunun için bilim, kültür ve sanattan başka çaremiz yoktur. Demokrasi, çağdaşlık, laiklik, yurtseverlik, demokrasi ve insan haklarını anımsatmak için, elimizden geleni yapmakla görevliyiz, yükümlüyüz, sorumluyuz. Bu noktada, en büyük görev yerel yönetimlere düşmektedir.
Gerekçesi yörelerinin tarihine ve kültürüne dayanan, yıllardır hep birlikte yaşanan, adına festival ve şenlik denen nice buluşmaların yaşanacağı mevsime giriyoruz. Hiçbiri ertelenmemelidir. Hepsi birer demokrasi bilincinin işleneceği, kültür ve sanat buluşmasına dönüştürülmelidir. Her buluşma, bu ülkenin bugüne ve yarınına dair bir algı, farkındalık, itiraz ve bilgi üretme platformuna evrilmelidir. Bu yazı, Kırklareli’nde, “26. Karagöz Kültür, Sanat ve Kakava Festivali” sürerken yazıldı. Yerel yönetimlerimizin, ne söylemek istediğimizi daha iyi anlamaları için, festivalin bu yılki manifestosunu ve program içeriğini gözden geçirmelerini isterim.
Yasımızı “Bizi asla teslim alamayacaksınız!” şiarına dönüştürmek, her buluşmayı bu anlamda değerlendirmek, bugün acil ve ertelenemez bir görevdir.