AB TELİF

Yapboza dönen eğitim sistemi

Türkiye’nin eğitim sistemi yıllardır süregelen yapboz anlayışıyla şekillenirken, farklı sosyal sınıfların eşitsiz koşulları, eğitimin niteliğine doğrudan etki ediyor. Akademisyen Prof. Dr. İdris Şahin’in değerlendirmesi, sistemin çelişkilerini ve toplumsal etkilerini ortaya koyuyor

Abone Ol

Fevzi Efe Sekitmez // Türkiye’de eğitim sistemi, ardı ardına gelen reformlarla adeta deneysel bir sürece dönüşmüş durumda. 4+4+4 modelinden ‘Maarif Modeli’ne, 2+2 tartışmalarından okul öncesi eğitim politikalarına kadar yapılan değişiklikler; bir yandan sistemin bütünsellikten uzak yapısını, diğer yandan siyasal ve ekonomik yönelimlere göre şekillenen vatandaş profilini işaret ediyor. Dokuz Eylül Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İdris Şahin, eğitim sisteminin günümüzde nasıl kendi içinde çelişkiler barındırdığını, öğretmenlerin ve öğrencilerin bu yapısal dengesizlik karşısında nasıl yalnızlaştığını ve sınıfsal uçurumların eğitim yoluyla nasıl yeniden üretildiğini kapsamlı bir bakışla değerlendirdi.

Nasıl yurttaş istiyorsak öyle eğitim veriyoruz

Eğitimde farklı toplum kesimlerinin farklı beklentilere sahip olduğunu belirten Prof. Dr. İdris Şahin, "Devletin kullandığı iki temel araç vardır: Zorlayıcı araçlar ve ikna edici araçlar. Eğer toplumu ikna etmek istiyorsanız, bunu ancak eğitimle yapabilirsiniz. Bu nedenle eğitimin politik bir işlevi vardır" diye konuştu.

Eğitim sistemindeki değişimin, ‘Nasıl bir yurttaş yetiştirmek istiyoruz?’ sorusundan hareketle şekillendiğini vurgulayan Şahin şunları söyledi:

"İşte işin tam da politik boyutu burada başlıyor. Yetiştirmek istediğiniz insan nasıl bir üretici olacak, nasıl bir tüketici olacak, siyasal ve ekonomik sistemle nasıl bir ilişki kuracak? İtaat eden biri mi olacak yoksa yaratıcı mı? Çünkü eğitimin asıl hedefi, belli bir insan tipi yetiştirmektir. Yetiştirilmek istenen insanın dünyaya bakış açısı, eğitimle şekillenir. Bu nedenle egemen olanlar, kendi ideallerine uygun bir insan tipi yaratmak ister. Tabii ki bu insan tipi, yöneten kişilere ve onların anlayışına göre değişir. Türkiye’nin ekonomik ve politik yönelimi birbirinden ayrı düşünülemez. Eğitim sistemi de bu yönelimler doğrultusunda sürekli bir değişim içerisindedir. Toplumda her ailenin kendi içinde yetiştirmek istediği bir insan modeli vardır. Kimisi dayanışmayı ön plana çıkarır, kimisi bireysel başarıyı. Bazısı da ‘kendi hayatını kursun’ der. O yüzden sistem, ülkeyi yöneten siyasi anlayışa göre şekilleniyor. Hangi değerler ön plandaysa, sistem de o yönde evriliyor. Bu evrim, zaman zaman birtakım değişiklikleri beraberinde getiriyor. Fakat birçok eğitim reformu bir noktada tıkanıyor çünkü ekonomik kaynaklar tükenince o politikadan da vazgeçiliyor. Ancak bazı düzenlemeler var ki doğrudan yetiştirilmek istenen insan modelini yansıtıyor. Örneğin 4+4+4 sistemi bu açıdan çok belirgindir. Okulların türlerine baktığınızda bunu açıkça görürsünüz. Bir Anadolu Lisesi ile bir imam hatipteki öğrenci sayısını, derslikleri ve öğretmen sayılarını karşılaştırdığınızda kaynakların ağırlıklı olarak nereye yönlendirildiğini fark edersiniz. Bu durum ne bir tesadüf ne de kaderin bir cilvesi; doğrudan yönetimsel bir tercihtir. Ne yapmak istiyorsanız tüm sistem ona göre şekillendirilir. Yapılan program değişikliklerinin özü de budur."

Nasrettin Hoca’nın ‘ya tutarsa’ modeli

Okuyan gençlerin de okumayanların da güvencesiz şartlara mahkûm kaldığını belirten Şahin, "Aslında 4+4+4 uygulaması başlamadan önce, dönemin Millî Eğitim Bakanlığı tarafından okul öncesi eğitimin zorunlu olmasına yönelik pilot bir çalışma başlatılmıştı. Ancak ne olduysa o çalışmadan vazgeçildi ve onun yerine bu sistem geldi. Madem öyle, o pilot çalışmayı neden başlattınız ve neden sonra vazgeçtiniz? Bu sorunun cevabını eğitimle ilgili bilimsel çalışmalar yürüten bizler bile net şekilde bilmiyoruz. Bir yandan da ‘2+2 sistemi gelsin, ara eleman ihtiyacını karşılayacak nitelikli insan yetiştiririz’ diyenler var. Peki, nerede bu sistem? Ne şekilde uygulanacak, bilmiyoruz. İstediğiniz kurguyu yıllara bölebilirsiniz ama önemli olan, mezun olan insanlara bir umut verebiliyor musunuz? Eğer diplomayı verirken ‘şunu yapacaksın, bu mesleği icra edebileceksin’ diyorsanız ve eğitim alanında böyle bir beklenti varsa, orada üretkenlik olur. Ama siz diplomanızı alıp mezun olduktan sonra ne olacağını bilmiyorsanız, bu sistem işlemiyor demektir. Gerçekten çok az kişi bu beklentilere uygun bir gelir elde edebiliyor ve mesleğinde çalışabiliyor. Olmayınca da bu sistemin ne işe yaradığına dair sağlıklı bir değerlendirme yapamıyorsunuz. Şimdi 2+2’yi getirdiniz diyelim; mezun olanlar piyasanın insafına bırakılıyorsa, yine sigortasız, sendikasız ve asgari ücretle çalışacaksa bu eğitimin ne anlamı kalıyor? O zaman insanlar sormakta haklı: ‘Biz neden okuduk?’ Artık bir karar verilmeli. Gerekçelerinizi açıkça ortaya koyun, topluma anlatın, alacağınız tepkiyi de göğüsleyin. ‘Ben bu nedenle bunu yapıyorum’ deyin. Ama şu an böyle bir yaklaşım yok. Gençler de insanlar da bir arayış içinde. Şu anda Nasrettin Hoca’nın göle maya çalması gibi eğitimde “ya tutarsa” dönemini yaşıyoruz."

Sistem kendisini çürütüyor

Okullarda eğitimin ekonomik kazançla eşleştirildiğinin altını çizen Şahin, "Liselerde artık gençlerimizin felsefe ya da sosyoloji gibi toplumu anlamaya yönelik dersleri görmediğini fark ediyoruz. Buna karşılık, her şey sanki sadece ekonomik kazançla ilgiliymiş gibi sunuluyor. Daha çok para kazanmak, en çok konuşulan mesele haline geldi. Oysa mesele sadece kazanç olmamalı; birlikte yaşamak, adaletli yaşamak ve kamusal değerlerin ön plana çıkarılması esas alınmalı. Türkiye’de okullaşma oranı Avrupa’nın genelinden daha yüksek. Beş liseden ikisi özel okul olmuş durumda. Almanya ve Fransa gibi ülkelerde bu kadar özel okul ve özel üniversite yok. Çünkü biz çok yoğun şekilde neoliberal politikalara yöneldik. Eğitimde yaşanan değişimler de doğrudan bu ekonomik politikaların sonucudur.

Bir diğer önemli boyut şu: Sahada bu işi uygulayacak insanların görüşü ne? Bu açık şekilde tartışılmadan yapılan değişiklikler kafa karışıklığına neden oluyor. Bu kafa karışıklığı aslında post-modern bir tavrın sonucudur. Öğretmenler artık ‘Bizi dinlemiyorlar zaten’ diyerek umutsuzluk içine giriyor. Biçimsel olarak görüş alınsa da bu görüşlerin karar süreçlerine yansımaması, öğretmenlerde genel bir inançsızlık yaratıyor. Bir tür ‘boş verme’ eğilimi gelişiyor. Sistem kendi içinde kendini çürütüyor. Oysa alınan kararlarda sahadaki insanların, yani öğretmenlerin söz sahibi olması, bu kararların daha güçlü, daha dayanıklı ve uygulanabilir olmasını sağlar."

Çelişkili ve çatışmalı bir eğitim sistemi

"Türkiye’deki eğitim sistemi, birbiriyle bağlantılı birçok parçadan oluşuyor. Siz sistemin bir yönüyle oynadığınızda, diğer taraf ne olacak, bu hesaba katılmalı. Bizim eğitim sistemimiz ise sistem demeye bile zorlanacak şekilde birçok çelişkiyi aynı anda barındırıyor. Bir bütünlük yok. Oysa eğitim sisteminin bütüncül şekilde ele alınması gerekiyor. Son olarak ‘Maarif Modeli’ dediler. Peki, ne getirdiniz? İçeriğinde ne var? Benim karşı çıktığım şey içeriğin kendisinden çok getiriliş yöntemi. Eğer bir değişim süreci demokratik ve bilimsel temellere dayanmıyorsa, içerik ne olursa olsun eksik kalır. Bir yandan çıkıp ‘Ben dindar ve kindar nesil istiyorum’ diyenler var. Ama eğitim sistemi fırsat eşitliği, bilimsellik ve laiklik ilkeleri üzerine kurulmalı. Dindarlık ya da kindarlık gibi kavramlar anayasa ve yasalarla çelişiyor. Bir reformun gerçekten akla uygun olması, kamuoyunun desteğini alması demektir. Toplumun çoğunluğu tarafından benimsenmeyen bir değişiklik, dünyanın hiçbir yerinde kalıcı olamaz. Üç yıl, beş yıl, hatta yirmi yıl uygulasanız bile eğer toplum inanmıyorsa, bu sistem ayakta kalamaz. Değişikliğin toplum tarafından kabul görmesi gerekir."

Parası olmayan okulda yalnızca oyalanıyor

"Gelir dağılımı, neoliberal politikalar nedeniyle bozulmuş durumda. Gelir dağılımı adaletsizliğinde Türkiye ilk 5’te yer alıyor. Bu bozukluk doğrudan toplumsal sınıflarla, yani toplumsal tabakalaşmayla bağlantılı. Haliyle bu sorunun çözümü için eğitim sistemlerinde bazı kriterler konulması gerekiyor. Fırsat ve imkân eşitliği… Türkiye’de yüzeyde bakıldığında sanki herkes istediği yerde, istediği eğitimi alabiliyormuş gibi bir görüntü var. Ama bu sadece görüntüden ibaret. Benzer sosyoekonomik koşullara sahip binlerce öğrenci üniversiteye ya da bir üst öğrenim kurumuna giremiyor. Bu da eğitimin ne kadar sınıfsal bir özellik taşıdığını ortaya koyuyor. Eğitimde gelir düzeyi yükseldikçe alınan eğitimin niteliği de artıyor, daha akademik bir eğitim alıyorsunuz. Alt sınıftakiler ise sadece oyalanıyor. Onlara çoğu zaman sadece, ‘işe zamanında gitmek’, ‘itaat etmek’ gibi şeyler öğretiliyor. Toplumsal sınıflarda alınan eğitimin türü, süresi ve elde edilen başarı büyük ölçüde sınıfsal konuma göre değişiyor. Genelde eğitim talebi orta sınıftan gelir. Ancak orta sınıf zayıflıyor bizim ülkemizde. Bu sınıfın içindeki maddi gücü olanlar çocuklarını özel okullara gönderiyor. Devlet okullarında ise veliler artık taleplerini dile getiremez hale geldi. Çünkü ekonomik ya da sosyal sermayesi olmayan insanlar, ‘Hocam siz bilirsiniz’ demekten öteye geçemiyor. Kamu okulları her geçen gün daha fazla kan kaybediyor. Eğitimde kalite istiyorsak, önce öğretmeni desteklemek gerekiyor. Öğretmene yatırım yapmadan, onun çalışma koşullarını iyileştirmeden, onun mesleki gelişimini önemsemeden kaliteli bir eğitim sisteminden söz etmek mümkün değil."