-Zafer, “zafer benimdir” diyebilenindir-

(Mustafa Kemal, 30 Ağustos 1924)

Ege Üniversitesi kurucu rektörü Ord. Prof. Dr. Muhittin Erel'in adını taşıyan amfide derse girdim. Şöyle bir sınıfta göz gezdirdim; içimden “153” dedim; dersteki öğrenci sayısıydı bu. Hayır; tek tek öğrencileri değil, amfideki boş koltukları saydım. Sınıfta şöyle bir göz gezdirdim ve dilimden üç harf çıktı:

-G, G, G...

Bunun “Günaydın Güzel Gençler” demek olduğunu, daha sonraki dersleri kaçırmayanlar öğrendi. Kurtulma hızımı almışken, sürdürdüm sözlerimi:

-Bu 163 kişilik sınıfta yedi “harika çocuk” varmış; isimleri bana verilmedi. Belki kendileri bile bilmiyor bu durumu. Zaman içinde açığa çıkar.

O andan itibaren, birçok öğrencinin içinden, “acaba onlardan biri ben olabilir miyim” soru ve düşüncesi geçtiğine kalıbımı basarım. (Yazı aramızda: Çıktı da...)

İlk ders boyu, birbirimizle tanıştık. En çok da öğrencilerin soru sormasını istedim. Gayet aklı başında ve başı yerinde sorular çıkmadı değil. Benim en çok öğrenmek istediğim; hangi öğrencinin BYYO'nun Gazetecilik, Radyo-TV ve Halka İlişkiler bölümlerini ilk tercih olarak seçtiğiydi. Varsayım doğrulandı: Bölümü ilk tercih olarak seçenler, o dalda başarılı oluyordu; öğrenciliğinde ve profesyonel yaşamda. Bunlardan biri Işıl Çallı idi. Şarkıdaki gibi, “Gülünce gözlerinin içi gülüyordu”du. Eliyle not yazarken, başıyla “sah” (onaylama) işareti yapıyordu. Bir ders arasında, kendisine çok benzeyen bir hanımla gördüm:

-Kardeş misiniz?

Cevap:

-Ben, Işıl'ın annesi Gönül.

Daha öğrenci olduğu yıllarda, İzmir'in önemli bir gazetesinde muhabir olarak görüyordum Işıl'ı. Her zaman işini, güler yüzlü ciddiyetle yaparken...

Birçok öğrencim gibi, Işıl'ı da, mezuniyet sonrası izlemeye çalıştım.

Bir gün, bir rahatsızlığım üzerine, evimize yakın bir doktorun caf caflı muayenehanesine girmiş bulundum. Doktor, beni dört gözle bekliyormuş gibi karşıladı. Başıma, boynuma, sırtıma dokunduktan sonra, bir sürü hastalık saydı. Elime bir kağıt tutuşturup:

-Bunları ........ laboratuvarında yaptırıp getir!

-Ben üniversitede hocayım, diyecek oldum... Sözü ağzımdan aldı.

-Ben üniversiteye güvenmiyorum!

Hoppala...

Gidip geldim. Bir süre sonra yine bir tahlil-çekim listesi, yine aynı laboratuvara sevk.

Galiba üçüncü gidişimde, o lab'da bir doktor, sıkına çekine, aklıma kar suyu kaçırdı. Endişemde haklıymışım: O -sözde- doktor, sevk ettiği her çekim ve tahlil için bedel istiyormuş. Zaten o mesleğinin yüz karası doktor, muayenehanesini bile satarak kayıplara karıştı...

İşte bu saygın doktor Ergun Öziz ile benim seçkin öğrencim Işıl Çallı evleniyorlar. 15 Mayıs 1994'te bir oğulları oluyor, adını “Utku” koyuyorlar. Utku, Ege Lisesi Gelişim Koleji'ni, Bornova Anadolu Lisesi'ni, İTÜ Endüstri Müh. Bölümü'nü bitirmiş, Almanya'da master yapıyor.

Ana baba, birkaç yıldır bana Utku'nun benimle tanışmak istediğini söylüyor. Halikarnas Balıkçısı'nın bütün kitaplarını, benim birçok kitap ve yazımı okumuş; kendi özgür iradesiyle bana ulaşmak istiyor.

Geçenlerde Datça'dan telefon ettiler. İzmir'e dönerken bizi ziyaret etmek istiyorlar. Utku'yu telefona aldım:

-Datça'da ne işiniz var, diye sordum; cevabı:

-Sizin, “Yarımadaların en güzeli üzerinde, tanrıçaların en güzeli için kurulmuş şehir” dediğiniz Knidos'u, sanal Afrodit'i, İskenderiye Feneri'nin mimarı Sostratus'u, ilk astronomlardan Eudoxus'u yaratan kenti yaşamak istedim, istedik...

Üçlüyü, evimizin bahçe kapısında karşıladım. Utku'nun koluna girdim:

-Tarihe ve mitolojiye meraklıymışsın; senin tanrıçan kim?

-Annemden sonra “Nikoferon” (Zaferler getiren) Nike.

Şimdiki Yunanlılar ona “Niki” diyor.

Minik bahçemizi arboretuma benzetmesiyle, gönlümü bir kez daha fetetti.

Bitkilerin Türkçe adlarının ardından, bilimsel adlarını söylüyordum; latince isimleri çözümlüyordu. Üç ana dili vardı Utku'nun; Türkçe, İngilizce, Almanca. (Buna ek olarak Latince'ye, Grekçe'ye, Farsça'ya vb merak sarıp, çoğunu öğrendiğini öğreniyorum. “Bu devirde böyle genç; fazla olmasa gerek.”

Evimizin balkonundan Akyaka'yı ve Gökova Körfezi'ni kırlangıç bakışı görüyoruz. Utku, şaşırmış görünmüyor.

Akdeniz'e “Mare nostrum”(bizim deniz) diyor; Can Yücel'in bu isimli anıt şiirini okuyor; Akyaka'ya, Akbük'e, Akdeniz'e, güneyde oldukları veya güneye baktıkları için “ak” sıfatının verildiğini biliyor. Daldan dala atlıyoruz; bana, kitaplarımdaki birçok yer adının, Kiepert haritasında kayıtlı olduğunu söylüyor. Çalışma odama inip, 1839 basımlı Admiralty haritasının bu yöreye ait paftasını getiriyorum; önce belleğine, sonra telefonuna kaydediyor.

Konuşmaya doyamıyor, doymadan konuşuyoruz. Sıkça söylediğim gibi; “ben gençlerden çok şey öğreniyorum.”

İşte bugün, buraya kaydediyorum: Yakın gelecekte Utku Öziz'den üstün başarı haberleri almamak, beni şaşırtır.

İkimize de birkaç dakika gibi gelen birkaç saatlik görüşme sonunda aklıma; Troya savaşının Anadolulu yiğit Hektor'un, işgalci Akhilleus ile ölümüne kavgaya giderken, yani “armağanı bol” karısı Andromakhe'den ayrılış sahnesi canlandı gözümün önünde. Bizim Hektor, biricik oğlu Astynaks'u kollarıyla kaldırıp yakarıyor:

“Ey Zeus, ey öbür tanrılar,

benim oğlumun Troyalılar arasında,

babası gibi kendisini göstermesini nasip edin,

babası gibi güçlü, mert olmasını,

İlyon'da (Troya) bütün gücüyle hüküm sürmesini.

Kanlı silahlarıyla savaştan dönerken o,

babasından çok daha üstün bu, desinler,

mutlu olsun anasının yüreği.”