İngiliz oyun yazarı William Shakespeare'in (Şekspir, 1564-1616) bilmediği şey, işlemediği konu yok gibi. Tarih kitabında kendisine yer bulmuş nice olayı, bir futbol ya da basketbol maçını naklen yayınlıyor gibi anlatır; çoğu zaman biz, piyes değil, maç ya da savaş izliyor gibi oluruz.

Türkiye'de geçmiş olayları, biz Türklerle ilgili nice konuyu onun sahneye koyduğunu ya da dile getirdiğini görürüz.

Örnekse; “Antonius ile Kleopatra” piyesinin can alıcı bölümleri Tarsus Irmak Limanı'nda ve Efes'te geçer. Yine, benzersiz bir komedya olan “The Comedy of Errors” (Yanlışlıklar Komedyası) tümüyle Efes'te cereyan eder.

Yazarımız, bir piyesinin bir yerinde “Türk gözü”nden söz eder. Nedir bu? “Gündüzleyin güneş varken bile gökteki yıldızları görebilen göz”dür. Machbet'te büyücü kadın, sihir karışımının içine Türk burnu katar; ne hikmetse? Asıl ilginç ve bu yazıya konu olan bir repliği -mealen- şöyledir büyük yazarın:

“Almanlar Almanca, Fransızlar Fransızca, Türkler Türkçe konuşur ama bizim millet İngilizce'yi doğru dürüst konuşmaz.”

Şahsen ben Şadan kulunuz, üç çeyrek yüzyılını dil sevda ve kavgasına harcamış birisi olarak, halkımızın yarısından çoğunun ortaokul Türkçe sınavından geçer not alabileceğinden emin değilim!

Özellikle malümatfuruşçuluk (bilgiçlik taslama) yaparken camcıda kırmadık cam, ormanda devirmedik çam bırakılmadığını yana yakıla görürüm.

“Dilimizi eşek arısı sokmasın” başlığı altında maç konuşma yaptım, kaç köşe yazısı veya program metni yazdım, saymadım.

Bu konuda, orta öğretimdeki Türkçe-Edebiyat öğretmenim Suzan Sunguroğlu, büyük önder Atatürk, Nurullah Ataç, Memduh Şevket Esendal, Aziz Nesin gibi ustaların yanı sıra, TRT yayıncılığındaki eşi bulunmaz öğreticilerimden Turgut Özakman'ın etki ve katkısını yadsıyamam. Özakman, TRT'nin TRT olduğu dönemde pazar günleri, Türkiye radyolarında beş dakikalık “Bizi dinler misin?” konuşmalarında dil karanlığına fener tutardı.

An itibariyle beynim buyuruyor; parmaklarım klavyede geziniyor. Aklıma geliveren bazı dil yanlışlıklarından söz edeyim;

KISIT: Şu “kısıt” sözcüğünün kullanımındaki hatayı “galat-ı meşhur” deyip geçmek istemiyorum. Kardeşim; “kısıt”ın eski dildeki eş anlamlısı “hacir”, yani bir kişinin, türlü nedenlerle, yasal hakkını kullanmasına yargı yoluyla konulan yasak. Oysa bazı dil bilmezler bunu “sınır”, “sınırlı” anlamında kullanıyor.

ÇINAR-KAVAK: Bildiğim kadarıyla ülkemizde “çınar” 'Platanus orientalis' kadar ismi değişik söylenen ağaç yoktur. Bir Muğla türküsünde “Goca gavak yarıldı, sabısı bana darıkdı” denilirken kastedilen “Koca kavak yarıldı, sahibi bana darıldı”dır. Eski Muğla belediye başkanlarından, ortaokuldan sınıf arkadaşım Erman Şahin'in eşi eve gelin gelirken, Erman'ın babası oracıktaki çınar ağacına bakıp:

-Goca gavak, goca gavak, sen gavak olalı böyle güzel gelin gördün mü, diye mırıldanmış.

Çınar'a, Rifat Ilgaz'ın Cide'sinde “gavlan” derler.

Biz de “çınar”a “gavak”, kavağa “selvi”, selviye “gara selvi” denir!

Bu arada Seyfi'ye “Zeyfi” denilirken, zeytine “seytin” denir.

KARPUZ: Muğla'da, özellikle de Karabağlar yaylasında konuklara karpuz ikram edilirken:

-Buyrun yiyin, yimezseniz ineğe yedireceğiz, denir.

Yedikten sonra da “Allah'ın gazı” (Allah aşkına kabuğunu sıyır) denilmesi pek hoştur. Bu arada “karpuz” sözünün “Karpos”tan, yani çekirdekten geldiğini bilmeyen varsa bilsin.

Yine pek misafirperver Muğlalılar, özellikle Muğla Pazarı (perşembe günü), karşılaştığı tanışlarına:

-Hoş geldin, ne vakit gidiyon? dermiş.

RESİM ÇEKİLMEK: Yalnız Ege'de değil, Türkiye'nin her köşesinde, “resim çekilmek” denildiği malum. Ben böyle sözle karşılaştığımda “Ressam mı var?” derim; “fotoğraf çektirmek” densin diye.

RETAURANTE: Bu Frenkçe laf dilimizi ve tabelalarımızı işgal etmiş. “Restoran” olarak yazılmasına alıştık da, “restorant” denilmesine katlanamıyorum.

ŞEMSİYE: Mevlana'nın yar-i vefakarı Şems'ten ötürü bilinir: “Şems”, güneş demek. Dolayısıyla şemsiye “güneşlik” anlamında. Allah'ın Arabı fazla yağmuru nereden bulsun ki ondan korunmak için “şemsiye” taşısın. Biz, güneşten koruyucu nesneyi yağmurda kullanıyouz.

MÜTEAKİP: Özellikle ölüm duyurularında “...namazına müteakip” denilip yazıldığında dikenlerim tüy tüy oluyor(!) Doğrusunun “...namazını müteakip” olduğunu bilmiyorsan, “namazı sonrası”, “namazının ardından” desen, yazsan günaha mi girersin?

KAPUZ: Bizim Muğla'da birçok kapuz var: Ula kapuzu, Kızılağaç kapuzu, Koca kapuz, Kanlı kapuz vb. Türkçe sözlük bu sözcüğün karşılığını “iki dağ arası” diye veriyor. Oysa o vadi; kapuz ise “kanyon”un eş anlamlısı.

KALDIRIM: Çoğu kuşu “kaldırım”ı, kaldırmak, kaldırılmış sözüyle ilgili sanar. Oysa bu söz, Grekçe “kala” (güzel) ve “dromos” yollarından sürüp gelir. Bilmeyen varsa öğrenip sevinsin; bilebildiğimiz en eski kaldırım örneği Smyrna'da durup durmaktadır. Kayrak taşı döşeli güpgüzel yol. (Öteki yolların kışın çamurdan, yazın tozdan geçilmez olduğu düşünülsün bir kez...)

BÜYÜK ŞEHİR: “Şehir”, büyük demek. Öyleyse büyük şehir?

ON İKİ BUÇUK: Galiba bizim okullarda tadih atma öğretilmiyor. Üniversite yazılı kağıtlarında bile tarihi doğru atan öğrenci sayısı 40'ta dördü pek geçmezdi. Bu arada, kerli ferli adam veya kadınların 12.30 yerine “on iki buçuk” dediklerine tanık olmuyor muyuz? Bir şıklık daha: Bazen, “gece yarısından sonra saat 13.00'te” denildiğinde siz şaşmaz mızınız?

HAREM-SELAMLIK: “Harem”, Osmanlı tarihinin gizemli mekanlarından, özellikle cariyelere mahsus olanı. Erkeklere tahsis ediler mekanlara “Selamlık” denir. Hal böyleyken “Harem-Selamlık” denilmesi cahillik değil midir?

ENİNDE SONUNDA: Kardeşler, “eni” olan şeyin “boyu” olur. “Eninde sonunda” deyiminin doğrusu “önünde sonunda”dır.

İNCE ELEYİP: Arkadaşım, “ince elenen” şey dokunmaz, un ise yoğrulur. Oysa bu deyimin doğrusu “ince eğirip sık dokumak”tır.

...Dil yanlışları konusunda ta burama kadar doymuşum, yazacak daha çok örnek var ama, köşemde fazla yer yok...

...Tatlı dile, güler yüze / Doyulur mu doyulur mu?