Eski yıllarda, özellikle de 90’lı yıllara kadar, Avrupa sahalarında top koşturabilmek için ya milli takıma seçilmeliydiniz futbolcu olarak; seçilmeliydiniz ki, kamp veya dış saha maçlarında Avrupa sahalarına pabuçlarınız bassın. Ya da üç büyük İstanbul takımından birinde forma giymeliydiniz. Avrupa maçlarında, -ki o yıllarda Şampiyonlar Ligi yerine, Şampiyon Kulüpler Kupası'nda, Uefa Avrupa Ligi yerine de, Uefa Kupası'nda oynayabilesiniz. Ayrıca Kupa Galipleri Kupası adında da üç numaralı bir kupa daha vardı oynanan. Sonraları Uefa, 2 ve 3 numarayı birleştirerek Uefa Avrupa Ligine devşirdi zaten… Her neyse, adını saydığım bu kupalara ekseriyetle bu üç takım katılırdı her yıl… Çok nadir de olsa, İstanbul’daki üç büyüklerin dışında da ekipler, ülkemizi Avrupa’da temsil ederek, futbolcularının Avrupa sahalarında boy göstermelerine sebep olmadı değil! Ancak yazdığım gibi; çok nadir…

Avrupalı bir sahaya, ayak basması için bir Türk futbolcunun, üçüncü bir seçeneği daha vardı aslında;

Futbolcunun o ülkede doğmuş olması… Evet, işçi olarak Avrupa ülkelerine göç etmek zorunda kalan ailelerin evlatları, yavaş yavaş, yaşadıkları ülkeye ayak uydurmakla kalmayıp, televizyonlarımızın camından, gözlerimizi yeşile boyayan çim sahalara da ayak basmaya başlıyorlardı.

Bir Türk futbolcunun Avrupa’daki sahalarda forma giyme ve top oynama şansı, anlayacağınız, o senelerde çok da yüksek olan ve sıklıkla rastladığımız bir durum değildi.

Benim ilk hatırladığım ve gerçekten de, Türkiye’de yaşayanları çok heyecanlandıran isim Mehmet Scholl idi. Adı Mehmet’ti ya, boş verin gerisini… Bundesliga’da, Karlsruher takımında forma giyiyor ve haberleri bizlere kadar geliyordu. Hiç tanımadığımız ama adından dolayı bir o kadar da tanıdığımız Mehmet Scholl’un haberlerini, iki kanallı TRT’de, seyrek olan spor programlarında ve gazetelerin spor saflarında arar olmuştuk. Özellikle Bayern München (Bayer Münih) takımına transfer olduğunda, hem Bayern’de hem de Alman Milli takımında harika maçlar çıkardığında mest olup, tartışma konuları açıyorduk kendisi ile ilgili…

Açlığımızdandı sanıyorum; Avrupa sahalarında içimizden birilerini görebilmenin arzusu olsaydı bu açlığa gerek!

Yıllar geçip, futbolumuzda Jupp Derwall ve Sepp Piontek gibi isimlerin de attıkları tohumların yeşermesiyle birlikte, farklı bir felsefe oluşmaya başladı futbolumuzda… Ülkemizdeki takımların futbol mantığı geliştikçe, bu değişim milli takımımıza da yansıdı ve daha çok futbolcumuz yurt dışındaki sahalara ayak basar oldular. 1996 yılını, liglerimizin dış gözler tarafından, daha fazla incelenmeye başlandığı yıl olarak yazsam, yanılmış olmam sanırım! Ardından 2000 yılında ülkemize Galatasaray tarafından getirilen Uefa Kupası ve Avrupa’ya futbolcu ihracının uzun yıllar aradan sonra başlaması…

Enteresandır; hangi futbolcunun, hangi takıma gittiğinin pek de önemi yok; Avrupa’ya göndermişiz ya futbolcumuzu ve hangi ekibin formasını giyiyorsa, içimizde o ekibe karşı, farklı bir sevecenlik, farklı bir bakış açısı, sempati ve hatta taraftarlık oluşumu…

Şimdi bakıyorum da, neredeyse otuz ya da otuz beş yıl önce düşlediğimiz, Avrupa ekiplerine futbolcu ihraç etme rüyalarımız gerçek olmuş ve başarılı sonuçlar da alınmış;

Yazıma trio adını verdim; trio, İtalyanca bir sözcük aslında ve “üçlü” anlamını taşıyor. Ve bu sezon, yılın lejyoner üçlüsünü Fransa’nın Lille kulübü edindi. Bu yıl üçüncü sezonunu Lille forması altında terleten, Bursa Yavuz Selimspor patentli Zeki Çelik’e, geçen yıl, Trabzonspor altyapılı Yusuf Yazıcı eklenmişti. Bu yıl da bu iki sporcuya, Antalyaspor patentli Burak Yılmaz’ı ilave eden Lille takımı, ben bu yazıyı tuşladığımda Fransa Ligue 1’de liderdi. Ve bu üçlünün sadece bu sezonda, yani 2020–2021 sezonunda –ki, daha sezonun ilk yarısı bitmedi bile, yine ben bu yazıyı tuşlarken, Lille takımına katkıları, toplamda 21 gol ve 8 asistti.

Bir takım transfer ettiği yabancılarından ve bizler de dışarıya ihraç ettiğimiz futbolcularımızdan daha ne isteyebiliriz ki? Bravo trio!

Dipnot; “Başarı bir yolculuktur, bir varış noktası değil.” Ben Sweetland.