Ciddi verilerin peşindeyim. “Kuraklık” konusunun iyiden iyiye “hafife alınmasına” dayanamıyorum artık. Kuraklık tehdidini, riskini konuşanların, yazanların ciddiye alınmaması. Bu konunun da Corona gibi “sulanmasına” yol açtı, demedi demeyin.

Ama şu var ki, inanın bana eğer içecek, yıkanacak su bulamazsak “coronadan beter” olur hayatlarımız. Sadece kapatın gözlerinizi ve hayal edin.

Bilim adamı değilim… Tarımla da uğraşmıyorum. Ama “su tüketicisi” yurttaş olarak gerçekten endişe ediyorum. Son okuduğum bazı makalelerse beni iyiden iyiye bunalıma soktu. Elimde “İngiliz anahtarı” evi dolaşıp duruyorum.

Biz “su tüketicileri” tek başlarımıza ne yaparız da susuzluğu önleriz de demeyin. Eğer siyaset üzeri “hayat birlikteliği” yaparsak ve bunu evrenselleştirebilirsek, belki de çare bulabiliriz.

Yeraltı sularının kullanımından tutun da genel “sera gazı salınımına” kadar türlü sıkıntı ve tedbir ihtiyacını bir an önce anlamamız gerekiyor. İnşaatlardan taşıtlara hemen her alanda kuraklığı tetikleyen sorunlar olduğunu bilim insanları haykırıyor da ülkelerin mevki makam sahipleri anlamıyor galiba. Özellikle ABD ve Çin gibi “duyarsız, umursamaz” ülkeleri dizginleyecek “evrensel güç de” kurulamıyor. O halde hepimize “bireysel bilinç” şart sanıyorum.

Sadece üç dakika düşünün. Musluğunuzdan su akmıyor, çamaşırlarınız öyle kirli duruyor, salonunuzu, mutfağınızı, banyonuzu pislik götürüyor. Hele siz haftalardır banyo yapamamanın tüm sıkıntılarını yaşıyorsunuz. Market de “sıvı” hiçbir şey yok, öyle maske-dezenfektan da işe yaramıyor. Hani mideniz kabul etse, kendinizi Kordon’dan denize atacaksınız ama, deniz bile leş gibi kokuyor. Çocuğunuz ağlıyor, yaşlı anneniz abdest bile alamıyor. Hatta “teyemmüm” edecek “temiz toprak” bile yok. Sokaklarda damla ile su satan eşkıyalar da türemiş.

Bakın demedi demeyin, yakın gelecekte belki de olmayacak şey değil bu yazdıklarım. Ben film senaryosu da yazmıyorum.

Peki ne olacak?

Önce siyasetçilerimiz “öngörü” sahibi olacak ve susuzluğun “taraf tutmadığını” anlayacak. Su ile ilgili bakanlar da kerameti kendinden menkul yağcılarına değil, bilime inanacak.

Örneğin tüm partilerin İzmir milletvekillerine bir soru şimdi:

Siz İzmir’de “yeraltı suyu kullanımı” konusunda ne biliyorsunuz?

İzmir’in her yerinde an itibariyle hoyratça kullanılan yeraltı suları konusunda âli devletimiz ne eyler? Halı yıkama fabrikalarından, oto yıkama yerlerine, sitelerden, gökdelenlere nerelerde ne kadar “artezyen” kullanılıyor?

Gaziemir civarındaki “obruk” olayını biliyorsunuz. Onu, ellerinde çekirdekle seyretmeye giden insanlarımız, o obruğun nasıl oluştuğunu biliyor mu acaba? Bilse, biraz korksa, çitlediği çekirdek boğazına takılır mı takılmaz mı?

Birkaç yıl önce İZSU “su tasarrufu” yolunda muhteşem bir sosyal sorumluluk göstermişti. Çeşitli karikatür ve uyarı mesajlarıyla İzmir’i donatmış ve medyada da farkındalık oluşturmuştu. Bunu tekrarlamalı bence.

Milletvekilleri de işe dahil olursa belki “kullanım konusunda” bir hassasiyet yaratılabilir.

Öyle şakır şakır su akıtacak devirler geride kaldı. Bunun bilinmesi zorunlu.

Yarınlar belki de “su savaşlarına” neden olacak.

İyisi mi biz şimdi kendimizden başlayarak “susuzluğu” düşünüp korkalım ve tasarrufu sağlayalım.

Bir damla, iki damla derken bakarsınız güzel bir şeyler olur…

Bu konuda yazmaya devam edeceğim. Bu konuda çalışan bilim insanlarımızın da emrindeyim. Duyuramadıkları bilgileri benimle paylaşsınlar ben duyurayım. Bu arada İZSU Genel Müdürü sevgili Aysel Özkan’ın da emrindeyim. Açsınlar bir sosyal medya kanalı, “milleti susuzlukla korkutmak da” benim görevim olsun.

Aman millet, ciddi yazıyorum lütfen suyu siz de hoyratça kullanmayın! “Tehlikenin” farkında olun!

O TİYATRO’DA OTURMAK İSTİYORUM! 

Etkisinden kurtulamıyorum. Düşlerime giriyor. Dönüp dönüp o fotoğrafa bakıyorum.

“Deli misin” diyorlar bana? Evet… Hem de zır deliyim.

Açıkça haykırıyorum. Kimse göremez benim gördüklerimi. Kimse duyamaz, benim duyduklarımı. Kimse hissedemez, benim hissettiklerimi.

Çocukluğum geçti oralarda benim. Ancak benim gibi, yüreğini o “arka sıralarda”, kadim İzmir’in çeperlerinde bırakmışlar hissedebilir.

Şu “Roma Tiyatrosu” işini diyorum, anlamışsınızdır.

Kendimce bir hayal kurdum.  Hayalimi yazayım bakın. Akın Ersoy Hoca bitirmiş işini, çıkarmış ortaya koca tiyatroyu. Beyaz mermer, İzmir güneşinde pırıl pırıl parlıyor. Ben de Karşıyaka iskelesinden atlamışım vapura. Konak’a doğru geliyorum. Büyüdüğüm çeperlerde ışıl ışıl görünüyor “tiyatro”. Güvertede, çocukluğum geliyor aklım… Bileyci Adil amcanın üç katlı evi yok şimdi, Ercan ağabeyin evi de yok, berber İdris amcanın dükkânı ve benim evim de yok… Ama yerlerinde, hemşerilerimizin yapıp bize emanet bıraktığı tiyatro var.

Yıllardır devam ediyor bu çalışma. Akın Hoca Başkan Soyer’e eşlik etti geçenlerde. O haberin fotoğraflarına fena takıldım. Gideceğim bugünlerde ben de… Nasıl gitmem, oralarda büyüdüm ben. Çocukken, bazı komşu evlerin duvarları tuhaf gelirdi bana. Ne bileyim ki, gün gelecek benim evimin de olmak üzere komşularımızın evlerinin altından “tiyatro” çıkacak?

Eğer İzmir’in başına bu “rant meraklısı” tipler yüzünden bir felaket gelmezse, o tiyatro muhteşem günler getirecek ileride. Çocuklarımız çok sevinecek İzmirli olduklarına. Roma’daki “Kolezyum” kadar önemli olacak. Üstelik o tiyatronun erken Hıristiyanlık dönemindeki günleri de pek acıklı. Belki onları da Akın hocam anlatır bana. 

Bu iş çok heyecanlandırdı beni, çok. O sıralarda kim bilir ki hemşerilerimiz neler izledi, neler dinledi? Ne acılara, kahkahalara katıldı. Acaba o İzmir’in daha sonra “arka sıralara” itilecek kadim sırtlarındaki alkışlar, kıyıdan duyuluyor muydu? Hemşerilerimiz, tiyatroya giderken neler yapardı, çıkışta evlerine giderken neler konuşurlardı?

Aradan asırlar geçti… Geçmeyen tek şey ne biliyor musunuz?

Yoksulluk ve zenginlik.

Gidince soracağım Akın Ersoy’a, acaba İzmir ya da Smyrna Tiyatrosu’nda da “zengin yoksul” ayrımı var mıydı? Çünkü eğer kısmet olursa ben, “yoksul hemşerilerimizi” anacağım, onların oturduğu yerlere oturarak. Tabii yoksulların sıraları toprak altından çıktıysa…

10 OCAK GELİYOR 

“Çalışan Gazeteciler Günü”!

1961’den 2021’e Türkiye basını anlamında neler değişti diye bir soru sormayacağım? Ama merak ediyorum 10 Ocak 2021’de “neler konuşulacak”?

Bakalım “gazeteciler mi” konuşacak yoksa kendini “gazeteci” sananlar mı?

Öyle ya, gazeteciliğin “gazetecilik” olduğu yılların sonundan biri olarak, ben hala “muhabirlik” yapmayana “gazeteci” demiyor, saymıyorum. Hele hele “başka iş” tutup “gazeteciliği” aleni olarak “özel zevk” sayanları ve bunu da utanmadan söyleyenleri “adam” yerine bile koymuyorum.

Çağ “dijital” çağ… 140 karakterle mesaj atan da emlakçı da şoför de doktor da “gazeteciyim” diyebiliyor. Facebook’ta bir sayfa açıp mikrofondan konuşan da “gazeteci”, hazır internet sitesi programına, hangi yazım kuralına bağlı olduğu meçhul kalem oynatan da “gazeteci”!

Ama cuma gününe öyle bir yazı hazırlıyorum ki… Alacağım sizi götüreceğim yıllar öncesine. 

Gazeteciliğin “muhabirlikten” başladığı yıllara…

Ve tabii ki, bir “belediye başkanının” bile “ricasıyla” işten atılıp “köftecilik” yapan gazetecilere…

10 Ocak 1961 önemlidir tarihimizde…

Bir zamanlar “gazeteci” yiğit insandı… Biat etmez ve korkmazdı… Taraflı da olsa objektifti.

Ve hiç kimsenin haddine olmazdı gazeteciye “gazetecilik” öğretmek…

“Ders alınmadığı” için değil 1961, ne acıdır ki 1876 öncesindeyiz galiba…

10 Ocak bu yıl benim tansiyonumu oynatabilir!

DEMEDİ DEMEYİN…

Gündemden düştü ama, tam göbeğinde yaşadığımdan vazgeçmeyeceğim yazmaktan. Kimin ne diyeceği de önemli değil.

Tekrar soruyorum Bayraklı ilçesinde neler oluyor?

“Bazı” yerel müteahhitler, Ankara ve İstanbul şirketlerine yamanmak için mi “olan bitene” sessiz kalıyor? Depremzedelere paraları neden taksitle ödenecek? Özellikle İzmir Esnaf Birliği ve İzmir Ticaret Odası, bu zor günlerde “biten” üyelerine kulak tıkayarak unutulacaklarını mı sanıyor? Açıkça yazıyorum, bir daha ki seçimlerinde Özgener de Mutlu da bence Bayraklı’dan medet ummasın!