“Toplumları, milletleri, kuruluşları etkileyen hareketlerden doğan, olayları zaman ve yer göstererek anlatan, bu olaylar arasındaki ilişkileri, daha önceki ve sonraki olaylarla bağlantılarını, karşılıklı etkilenmeleri, her milletin kurduğu medeniyeti inceleyen bilim.”

“Tarih” kavramı kuşkusuz hepimizi ilgilendiriyor çünkü ayrımsız hepimiz “tarihi” oluşturanlarız. Okuduğunuz “Türk Dil Kurumu” sözlüğünden. “Tarih” tanımı belli de “yazdıran ve yazan” ayrımları “tarih” boyunca yeterince masaya yatırılmamış. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “tarih” hakkındaki o muhteşem sözü ise, ne yazık ki hiçbir zaman dikkate alınmamış. “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir. Yazan yapana bağlı kalmazsa değişmeyen gerçek, insanlığı şaşırtacak bir nitelik alır.”

Aynı şekilde, Mehmet Akif’in hep tekrarladığım “ders alınsaydı, tekerrür eder miydi tarih” sözü, neden “dikkate değer” olamadı? Oysa “tarih yazımını” bu kadar önemli vuruculukla dikkatlere sunan başka bir aydın yok nazarımda. Gazi’nin, yazdığım sözünü adeta devam ettiren bir söz değil mi sizce?

Tarihi insanlar yapar, ama insanların, devletlerin, toplumların “yaptıkları ve yaşadıkları” tarih yazımına geçtiğinde sıkıntı başlar. Çünkü “tarihi yaşayıp yapanlarla, yazanlar farklıdır”. Yazanlar illaki “bir gücün yönlendirmesinde” yazar. Hele hele 18. asırdan sonra, Fransız Devrimi ve sanayi gelişimleriyle, her tür sömürgeciliğin yerleşmeye başladığı zamandan itibaren, “tarih” adına ortaya çıkan bazı kitap, rapor, hatıralar hep “tartışmalı” derece de kuşkuludur. Çünkü “yazan”, mensubu olduğu gücün kontrolünde yazarak daim olur. Bu kural ne yazık ki dünyanın her ülkesinde hakimdir. Örneğin; tarihi bir olayı araştıran tarihçi, ulaştığı sonucun, o anki toplumsal hayatta şok etkisi yapacağını gördüyse “oto sansür” uygulayarak, yazsa bile yayımlamaz. Veya yayımlayacağı an, tarihçi olmayan siyasi ya da ekonomik güç ortaya çıkar, engel olmaya çalışır ve çoğunlukla da başarır. Üst iradeler ne olursa olsun “tarihsel süreci” kontrol etmek zorunluluğu hisseder. Sermaye ise, maddi gücünü kaybetmemek için siyaset dahil toplumsal gidişata müdahale hakkını hep kendinde hisseder. Sermaye, şu ya da bu oluşumlarla, gücünü kaybetmemek için her kılığa girme becerisine de sahiptir.

Sonsuz saygı duyduğum, okumaktan onur duyduğum, şahsiyetine mesafeli olsam da çalışmalarını takdirle takip ettiğim, dost olduğum veya tanıdığım pek çok akademik tarihçi ve yerel tarih araştırmacısı var. Türkiye Tarihi’ni safhalara ayırsak, sonra da her safhanın bir önceki ve bir sonraki safhayla ilişkisini kurabilsek, inanın “saçmalıklar” ve “dayatmalar” ortaya çıkacak. Ama bunu yapmak gerçek cesaret ister. Karşımıza dünya siyaseti, ittifak dengeleri, iç siyaset güç dengeleri, sermayenin taraf olduğu olayların gizlenme ihtiyacı birdenbire “tehdit” olarak çıkar karşımıza.

Öyle anılarım var ki… Bir “araştırmacının” bulduğu bir “belge, bilgi” yüzünden, olayın ölü kahramanının torun ve torun çocukları tarafından “ölümle” tehdit edildiğini biliyorum mesela.

Mesela bendeniz naçizane “fuar inşasını” araştırırken bulduğum bilgileri (o bilgiler gizli falan da değil, zamanın gazetelerinde mevcut) öğrenen bazı “sermaye mahdumlarının” yolladığı aracılı mesajları bilseniz, yazdıklarımın bana yarattığı tehlikeyi de anlarsınız. Oysa ben “ünlü ve güçlü de” değilim.

Okuduğum bir kitap bitti. Aynı zamanda başka bir kitabı da okumayı sürdürüyorum. Sırada da iki kitap daha var, yeri geldiğinde yazacağım. Biten kitabım, Epsilon’dan çıkan, Merve Küçüksarp’ın “Hazan Vakti, İzmir 1922”, okumayı sürdürdüğüm kitapsa İş Bankası yayınlarından, Attilâ İlhan’ın ikinci kez okuduğum, “Dersaadet’te Sabah Ezanları”.

İddia ve ısrar ediyorum. İzmir’in 1838 sonrası yazılan tarihi yeniden ele alınmalı. Özellikle de 1918-1930 arasına yeniden mercek tutulmalı. 15 Mayıs 1919 öncesi ve sonrası, 9 Eylül 1922 öncesi ve sonrası yeniden araştırılmalı, olası “gizlenenler” açığa çıkarılmalı. “İzmir Yangını” konusunda ise “gerçek” olan gerçeklere büyüteç tutulup, “o mu yaktı bu mu yaktı” basitliğinden kurtulunmalı.

Kolay mı? Asla…

Bilinenlerin dahi, fısıltıyla aktarıldığı bir 100 yıl yaşıyoruz. Gerçeklere eğilinse aslında, belki bazı “kahramanların” kahraman değil menfaatlerini korumak için böyle yaptıkları, bazılarının ise basına düşen hırsızlıklarına rağmen sadece “sermaye” nüvesi olduklarından, “anıtı dikilecek adam” seviyesine haksızca çıkarıldığı anlaşılır. Öte yandan adları hiç bilinmeyen, bilinse bile bazı “gruplarda” adı olmadığı için “tarihe de geçemeyen” gerçek kahramanlar olduğu da görülür.

“ (…) Kadifekale’den bir ganimet ihtimaliyle gelen silahlı sivillerden ve Anadolu’dan intikam gayesiyle gelen çetelerden terkip güruh ise taciz, talan, yağma yapıyor, kılıç kullanıyordu. (…..) İzmir’in ticari hayatının eşit olmayan dağılımında payını bir türlü alamamış, gözünü bu zengin mahallenin nimetlerine dikmiş olanlar şimdi bu eşsiz fırsatı gani gani kullanıyorlardı.” Hazan Vakti kitabından aldım bu satırları.

15 Mayıs 1919 haftasında komşularına karşı “kışkırtılan” İzmirli Rum ve Ermeniler'den, 9 Eylül 1922 haftası “intikam” alınmıştı. Ne var bunu saklayacak peki?

İzmir’in “Yunan” değil de “İtalyan” ya da başka devletlerce işgalini istemek için “red nümayişi” yapanların, işgal sırasında “işgalcilerle” birlikte “durumdan vazife” çıkarıp çıkarmadıkları araştırılamaz mı? Yakında size bir “İtalyan subaydan” bahsedeceğim. Çünkü o kanlı emperyal işgalde, tanıdığı bir zengin Levanten veya ajan olmadığı için boyunlarına zincir vurularak kordondan denize atılan polisleri kimse hatırlamıyor! Kimse, Damlacık yokuşunda ırzına geçilen onlarca Türk kızını, Türklerle dost oldukları için katledilen İzmirli Musevileri hatırlamıyor. İngiliz emperyalizminin, faturası sonuçta, adeta maşa gibi kullandığı Yunanlara çıktı ama o kanlı emperyalizm, daha sonra Yunanistan’ı da “dizayn etti” Emperyalizm, özellikle 1945 sonrası, itinayla ilkokul kitaplarına kadar sızdı Türkiye ile Yunanistan’ın… Emperyalistlerin en büyük korkusuydu çünkü Ege Denizi’nin gerçek bir “barış denizi” olması.

Gördüğünüz gibi “diziye” başladım. Okuyan okur okumayan okumaz. Ben “tarih” yazmıyorum “tarihe yazıyorum”. Size önümüzdeki zamanlarda yazacağım konular, daha önce yazılmış olanlardan olmayacak. Göreceğim bakalım kim dost kim düşman, kim alim kim cahil, kim kukla kim özgür. Önerdiğim kitapları edinin ve okuyun.

Gelecek yıl 2022. Adının önünde ister “profesör” olsun ister “araştırmacı”. Kimseyi herhangi bir şekilde itham etmiyorum. İstediğim sadece 2022’de içi boş hamasetle “aynı tekrarların” papağan gibi yapılmaması. Sayın tarihçilerimizi eski makalelerini yeniden öne sürmek yerine, yepyeni bilgilerle yeni araştırmalar yapıp, yeni yayınlar sunmalarıdır.

Derdim siyaset ya da menfaat de değil.

Lakin “Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil”.

***

DERDİM KİTAPLAR!

Önceki köşe yazımda sordum İzmir Ticaret Odası’na. Bir önceki dönem, oda tarafından yayımlanan kitaplar nerede? Cevap tabii ki verilmedi. Hatta kulağıma gelenlere göre “ya kaç kişi okuyor onu, boş verin” diyen bazı “sermayedarlar” beni çok güldürdü, Allah da onları güldürsün. Daha önce de defalarca yazdığım gibi, sermaye kültür ilişkileri büyük oranda yerlerde süründüğünden, kültür ürünü kitapların akıbeti şüpheli. Ama ciddi bilim insanı ve araştırmacılar tarafından, İzmir genel tarih ya da toplumsal konularda yapılan değerli araştırmaların şu anda ola ki depolarda çürümeye bırakıldığı doğruysa, odanın İzmir aidiyetini de sorgulamak hepimize düşer.

Yok, o kitaplar, içinde eski başkanın önsözleri var diye “saklanıyorsa” bu da kibir, ego, kıskançlık ve hasetle değerlendirilir ki, bunların hiçbirini, rahmetli babasına saygı duyduğum Bay Mahmut Özgener’e yakışmaz.

Yanılmıyorsam, 2018’de Ekrem Demirtaş’ı yenerek yönetimiyle oda riyasetine seçildi. Onun başkanlığını ben analiz edecek değilim, ne üyeyim ne de ticaret erbabı. Ancak iş İzmir kültürüne dokunursa gök kubbeyi çınlatırım. 2002 ile 2012 arasında İzmir Ticaret Odası tarafından yayımlanan bazı kitapları hatırlatayım şimdi.

- 2002 yılında yayımlanan “19. Yüzyıldan 21. Yüzyıla İzmir Ticaret Odası Tarihi”

- 2007 yılında akademisyen Fikret Yılmaz tarafından hazırlanan “Cama Yazılan Tarih. İzmir Ticaret Odası Cam Negatif Koleksiyonu”

- 2008 yılında yine Fikret Yılmaz tarafından hazırlanan “Meclis, İdare Heyeti Ve Komisyon Defterleri 1922 – 1930”

- 2009 yılında yayımlanan “Evvel Zaman İçinde İzmir”

- 2009 yılında Prof. Dr. Melek Göregenli tarafından kaleme alınan “Kemeraltı”

- 2009 yılında Prof. Dr. Kemal Arı tarafından yazılan “İzmir'den Bakışla Türkiye'de Kabotaj: Haklar, Kazanımlar, Bayramlar”

- 2011yılında yine Fikret Yılmaz tarafından kaleme alınan “Geçmişten Günümüze Levantenler”

- 2012 yılında Prof. Dr. Çınar Atay tarafından yazılan “İzmir Rıhtımında Ticaret Kordon Boyunda Yaşam 1610-1940”

- 2012 yılında Alex Baltazzi-George Galdies-George Poul tarafından hazırlanan “İzmir Rumcası Sözlüğü”

Bunlar bazıları ve şu anda yüzlerce liraya ikin el kitap satan internet alanlarında kapış kapış satılıyor. Kitaplar yayınlandığında mutlaka hediye olarak yollanırdı bana da. Bir kısmı kütüphanemde var. Ama demeliyim ki özellikle yazdıklarım önemli eserler. Sanırım Ticaret Odası üyeleri de unutmuş hepsini. Oysa o kitaplar ülkemin çocuklarına dağıtılabilirdi. Eski başkanın adından hoşlanmayanlar, eski başkan kadar kitap yayımlarsa onların da adı “önsözlerde” yer alır değil mi?

EKİM GELİYOR EKİM

Gelecek ay Ekim, hele de 30 Ekim… Canlar alan depremin yıldönümü.

Demek ki neymiş, “yeniden” ele almak lazımmış. Deprem gerçeğini unutup, depremi rant uğruna “kentsel dönüşüm” panayırına dönüştürenlere, deprem alanlarından siyaset devşirmeye çalışanlara, yıkımlarda numara çevirenlere, gizli kapaklı orada burada toplantı yapanlara, garibanların evlerini üç kuruşa kapatmaya çalışanlara tabii ki iki çift lafım bitmez benim… Zira hala ve inatla “orada” oturuyorum!