Ülke olarak Japonları sempati duyarız. Çalışkandırlar, teknolojide öndedirler, kültürel açıdan ilginçtirler... Ama bu Japonların 1937 yılında Çin'in Nanking kentinde 300 bin kişiyi öldürdükleri ve on binlerce kadına tecavüz ettikleri gerçeğini değiştirmez. Ya da Kore'nin 20'nci yüzyılın ilk yarısını Japon işgali altında geçirdiğini de... Güçlenen devletlerin liderleri güçlerini perçinlemek, kendi halklarına daha fazla refah yaşatabilmek ve egolarını tatmin edebilmek için zayıf ülkeleri himayelerine geçirmek isterler. Ve nerede bir zayıf ülke görseler önce onu parçalamak sonra da bir sömürge devlet haline getirmenin peşine düşerler. İşte Kore de bir zamanlar bu zayıf ülkelerden biriydi... Japonya, ikinci dünya savaşında ağır bir darbe alınca diğer akbabalar, pardon diğer büyük ülkeler sıraya girdi. Ve Kore'nin bölünmesine karar verildi. ABD onu dedi, Rusya bunu dedi, sonuçta yapılan savaşta 3 milyon insan öldü. Ve bu insanların 700'ü Türk askeriydi, 2 bin askerimiz de savaştan yaralı döndü...

***

Bölünmesi istenen ülkelerden bir başkası da Vietnam'dı. Güney Vietnam'ın başına Ngo Dinh Diem geçti. Başta herkes onu seviyordu. Fransız eğitimi almıştı, inançlı bir katolikti. Bir süre İtalya'da yaşamıştı. Diem, Güneydoğu Asya'ya demokrasi getireceğini söylemişti. Ama iktidara geldikten sonra, kendisininki hariç tüm politik partileri yasaklattı. Yönetimi aile bireyleriyle doldurdu. Ülke açlık içindeyken, Diem ve ailesi lüks içinde yaşıyorlardı. Seçim zamanı geldiğinde seçim bölgeleri sorumlusu olarak kardeşini atadı. Ne ilginçtir ki Diem seçimleri yüzde 98.2 oranında bir oy alarak kazandı. Diem, ne kadar iğrenç biri olursa olsun batı, kominst Kuzey Vietnam lideri Ho Chi Minh karşında onu tutuyordu.

Diem boş zamanlarında kendisiyle aynı fikirde olmayan insanları hapse tıkıyor, onlara türlü kötülükler yapıyordu. İnançlı bir katolik olduğu için de Budistlerden nefret ediyordu. Yalnız küçük bir sorun vardı, halkın yüzde 80'i Budist'ti. Budizmle ilgili tatiller, bayraklar gibi pek çok şey ülkede yasaklandı. Kendilerine hizmet götürülmediği gibi tapınakları yağmalandı ve yıkıldı. Yüzlerce keşiş sefil edilirken barışçı protestolar da bastırıldı. Daha büyük protestolar yasa dışı ilan edildi. Polis, silahsız keşişlerin yaptığı bir eyleme el bombaları ile saldırdı. Batılı gazeteciler Budistlere yapılan baskının farkındaydılar ama öncelikleri Kuzey Vietnam'la yapılan savaştaydı. Pek azı bu durumu haber yapmıştı. 10 Haziran 1963 günü gazetecilere Saygon'da Kamboçya Büyükelçiliği önü adres gösterilerek bir sonraki gün yani 11 Haziran'da önemli bir şeyin olacağı ihbar edildi. Yine pek azı bunu önemsedi. Olayı dikkate değer bulan ve o gün fotoğraf makinesini yanına alan iki gazeteciden biri olan Malcolm Browne yaşadığı anı çekerek Pulitzer Ödülü kazanacaktı.

11 Haziran günü keşişler protesto için Başkanlık Sarayı'nın birkaç blok ötesinde yürüyüşe geçtiler. Halk için sıradan bir protestoydu, bir süre eşlik edip sonra işlerine döndüler. Keşişler ise elçiliğin önündeki kalabalık kavşakta toplanıp bir yarım daire oluşturdular. İçlerinden biri bir yastık getirdi. Vietnamlı Budist rahip Thích Quang Duc o yastığın üzerine Lotus pozisyonunda oturdu. Üzerine benzin döküldü ve Duc dua ettikten sonra kendini yaktı. Alevler cübbesini eritti, yanan vücudundan siyah yağlı duman çıkıyordu. Kalabalıktan çığlıklar yükselirken kimi de donakalmıştı.

Gazeteci David Halberstam daha sonra bu olayı şöyle yazdı: "Vietnamlıların hıçkırık seslerini duyabiliyordum. Ağlayamayacak kadar şok olmuştum, not alamayacak ya da soru soramayacak kadar karışmıştı kafam, hatta düşünmek bile çok zordu… Yanarken tek bir kası bile hareket etmedi, asla ses çıkarmadı, etrafındaki karmaşanın aksine sakinliğini koruyordu."

Bu olay tüm dünyaya yayıldı ve büyük bir tepkiyle karşılandı. Diem, o gece radyoda Budist liderlerle barışçıl bir anlaşma yapılacağı yönünde söz verdi. Ama çok geçti. Diem, bu olayı toparlayamadı. Her şey bir kibrit çakışıyla ve bir fotoğraf karesiyle değişmişti. Yanan keşişin imgesi sanki bir baraj duvarını yıktı. Duygular her yana yayıldı. Halk ayaklandı, ABD bile bu durumun karşısında Diem'in arkasında duramadı. Birkaç ay sonra Diem ve ailesi öldürüldüler. Duc'un kendisini yakması insanlarda içsel ve evrensel bir şeyi tetiklemişti. Eyleminde saflık ve kararlılık vardı. İlham vericiydi.

***

Tarihi bilmek, olayları önceden sezip ona göre konum almamızı sağlar. İçindeki saflığı kaybeden, cehaletle kavrulan, gelecekte yaşanabilecekler için önlem almayan toplumlar ezilemeye ve hatta yok olmaya mahkumdur.