Dünya bir döner sahne; yaşam bir oyun. Hepimiz bu tiyatroda bize verilen rolü oynuyoruz. Kısaca, “İnsanı insanla anlaşmak” diye tanımlanan tiyatro, insanoğlunun sanat ve kültür olarak bulduğu en eski etkinliktir. El bilir alem bilir tiyatro denilen sanat, Şarap ve Eğlence (rahmetli Özdemir Nutku'ya göre Gösteri Sanatları) Tanrısı Dionysos (Latince Bakus) için düzenlenen şenliklerden doğmuştur. Bu şenliklerde, yöneticiyi simgeleyen sanatçı önde yürüyor; halkı temsil eden bir grup aktör, ellerinde ucu sivri uzun bir sırık onun ardı sıra yürüyordu. Antik çağ yazarlarının oyunları, günümüz bilim adamlarının araştırmaları açıkça ortaya koyuyor ki; bu zevk ehli tanrı, Tmolos'ta (şu bizim Bozdağ) hüküm sürmüştür. Zaman içinde bu eğlenti; anlı şanlı bir sanat ve kültür etkinliğine dönüşmüştür. Tiyatro, Batı dillerine Helence ve Latince “seyir yeri” anlamındaki “theatron” sözcüğünden geçmiştir. Arkeoloji dilinde, seyircilerin oturduğu bu iç bükey mekana “Kavea” deniyor. Tiyatronun bundan başka, orkestra ve korunun bulunduğu “Orkestra” ve oyun ve gösterilerin sergilediği “Skane” (sahne) binası var. Her seyirci, sahneyi en güzel gören kendisinin oturduğunu sanır. Tiyatronun anayurdu sayabileceğimiz Anadolu'da 200'e yakın antik tiyatro olduğunu sanıyorum. İnşaat Yüksek Mühendisi Yaşar Yılmaz, 115 kentteki 119 antik tiyatroyu teker teker inceleyerek “Anadolu Antik Tiyatroları” (Nisan 2009) kitabını yazmıştır. Attila İlhan'ın söyleyişiyle “Meraklısı için notlar” olarak, en küçük tiyatronun, Kekova Simena'daki (Kaleköy) ve 210 kişilik sığarlı (kapasite), en büyük tiyatronun Efes'teki (24 bin kişilik) olduğunu belirteyim.

Bu girişten amacım, sözü İzmir Devlet Tiyatrosuna getirmek. Ankara'da Tatbikat Sahnesinin açılmasıyla tarih sahnesinde yer alan Devlet Tiyatroları'nın ilk bölge tiyatrosu olan hizmete açılan İDT, şehrin kültür ve sanat simgesi haline gelmiştir. Bunda, küçük ama mükemmel bir salonu hazır bulmasının rolü büyüktür. Şimdi Konak Sahnesi olarak hizmet veren yapı erken 1930'lu yıllarda Türkocağı olarak inşa edilmiştir. Bu bina, yüce Atatürk'ün İran Şahı Rıza Pehlevi ile İzmir'i ziyaret ettiği Haziran 1934'te görüp takdir ettiği iki yapıdan biridi (diğeri İzmir Milli Kütüphane).

Çağdaş Türk tiyatrosunun kurucusu Muhsin Ertuğrul'un çabaları, İzmir Belediye Meclisi ve gazeteci Sabri Süphandağlı'nın katkılarıyla kültür hayatımıza kazandırılan bu sevimli yapı Mimar Necmeddin Emre'nin tasarımıdır. İzmir'in “Dirik” (hareketli, canlı) valisi Kazım Dirik'in gözetiminde inşa edilen yapı, daha sonra İzmir Halkevi olarak görmüştür. Yapı, 14 Nisan 1957 tarihinde, sanatçı ve yönetmen Salih Caner'in müdürlüğünde hizmet vermeye başlamıştır. Ben yazarınız, Caner'den sonraki tüm müdürler zamanında İDT ile yakın ilişkide bulundum. İzmir'in yüz akı bu kurumun altın çağı sayılan Suat Taşer'in müdürlüğü döneminde, “Pazartesi Etkinlikleri”nin gerçekleştirilmesinde katkılı oldum. Sanatçılara, özellikle “Mitoloji/Tiyatro” ilişkileri konusunda konferanslar yaptım. (Hiç unutmam: Tiyatronun bahçesindeki çay bahçesinde düzenlediğimiz söyleşiler sırasında, orada görevli Yusuf Efendi, “Hoca, bu konuşmaların bandları nerede satılıyor?” diye sormuştu.) Bir önemli hizmetim de İzmir ve çevresinde İDT'nin yararlanabileceği antik tiyatroları, kurumun yetkililerine teker teker gösterip anlatmıştım.)

Konak sahnesi, Hülya Savaş'ın müdürlüğü döneminde esaslı bir restorasyon gördü. Onun ardından İDT Müdürlüğüne getirilen Tayfun Eraslan kısa bir süre iş başında kalıp, makamını Levent Ulukut'a devretti. Şimdilerde İzmir Devlet Tiyatrosu Konak'ın yanı sıra Karşıyaka ve Bornova sahneleriyle işlevini başarıyla sürdürüyor. Öyle ki; hemen her oyun kapalı gişe oynanıyor. İşin bir güzel yanı da; müdürlerin, yönetmen ve/veya sanatçı olarak temsilcilerde görev almaları. Tiyatro, doğduğu bölgedeki İzmir'de işlevini sürdürüyor. Tiyatrosuz yaşam, karanlıkta yaşamdır... Mağara adamı, kendi diliyle anlatıyordu: “Beni bös böyük bir mağaraya götürdüler. Karşı duvarın önündeki şekilde birçok kadın ve erkek vardı. Kimileri dövüşüyor, kimileri sevişiyordu. Ama o da ne? Biz yay ve okla avlanır ve şakaşırken, bu insanların elinde şimşek gibi çakan, yıldırım gibi düşen silahlar vardı. Göz açıp kapayıncaya kadar sahne değişiyor; göklerde adamlar uçuşuyor, aşağıda denizkızları yüzüşüyordu. Benim aklım almadı. Ölen insanlar diriliyor, savaşanlar sevişiyordu. Bir anda bütün dünya önüme seriliyor, bütün insanlar kendi işlerini yapıyordu. Zaman tünelindeymişiz. Bilenlere, bu nedir diye sordum: 'Tiyatro' cevabını aldım; şaştım kaldım. Anladım: Tiyatro, Dünya imiş...”