12 Mart 1921 tarihi, inançlı, yürekli o güzel insanın kaleminden çıkan muhteşem “İstiklal Marşı” sözlerinin Türk Milleti tarafından kabul günüydü. Kimse kusura bakmasın ama yine “bir güne” sığdırdık ve ertesi gün de yine 'unuttuk'. İşte benim takıldığım mesele budur. Çocuklarımızın hafızalarına gurur duyacakları böyle günleri, en azından uzmanların da yardımlarıyla hiç olmazsa bir haftaya yayamaz mıyız? Olmaz, olamaz değil mi? Biliyorum ki, son yazdığım yazılardan sonra “bu kadar tutuculuk olmaz” diyenler de oldu, “İzmir’in faşisti” diyenler de. Lakin o melun faşizmin gerçekte ne olduğunu ısrarla bilmeyen ve hatta “solcu” olduğunu iddia edip, slogan atarken “sağ” yumruğunu kaldıranların, gözümde kıymet-i harbiyeleri olmasa da, diyeceğim şudur sadece, faşizmin “kanlı sermayenin uşaklığından” başka bir anlamı yoktur ve düşünce bile sayılmayan “aşağılık” takıntıdır. Lakin “faşizmi” besleyen “sermayenin” gözünde de değerinin olmadığını, tarihe bakınca zaten görüyoruz. Son iki yazıda vurgulamaya çalıştığım “gerçeklerin” özellikle İngiliz etkisiyle yıllardır itinayla sakladığını hatta Alman etkisiyle de yıllardır “başka yalanların” ısrarla gündemde tutulduğunu da biliyorum. 9 Eylül Gazetesi bana “yazma” deyinceye kadar da “özgürce” yazacağım. Çünkü beni en az gazetem kadar “yazmaya” teşvik eden biri daha var. O da bu kente, özgürlüğe, demokrasiye olan sadakatine, sevgisine tanık olarak inandığım Sayın Tunç Soyer. Bu yüzden, beni aklınca tehdit edip, sonra da “sıcak şarap” partilerinde içinden geldiği milletini küçümseyenleri zerre dikkate almıyorum.

Özellikle yazdım bu satırları. Çünkü benim gibi sıradan bir gazeteciye bile tahammül edemeyen “kimliksiz ve hastalıklı beyinliler” on yıllarca Mehmet Akif Ersoy’u da, Nazım Hikmet’i de, Necip Fazıl Kısakürek’i de, başka güzel yürekli aydınlarımızı da karalamak için ellerinden geleni yaptılar ve başardılar da yer yer. Oysa kimsenin mahremiyeti, kimseyi ilgilendirmez. O güzel insanların topluma verdikleri mesajlardır onları değerli yapanlar.

Tevfik Fikret’in 1910’larda yazdığı “Han-ı Yağma” gerçekliği bugün bile hatırlanıyorsa, siz gerisini boş verin. 1922’de silahla yendiğimiz ne kadar düşman varsa, 1945’ten sonra “başka yollarla” saldırdı ve başardı. Atatürk düşüncesini alt üst eden neydi bir düşünün isterseniz. Nutuk, zaferle sonuçlanan bir sürecin “sahibi” tarafından anlatılması olsa da Atatürk’ü sadece “Nutuk’la” anlatma hatasını yaptırdılar. “Nutuk” söylemi yapanların neden bir gün bile “Medeni Bilgiler” eserini dillendirmediğini araştırmak lazım. Afet İnan’a bizzat yazdırdığı bu eser, Atatürk’ün devletten belediyelere, sağlıktan kooperatifleşmeye, eğitime mesajlarıdır, önerileridir.

Mehmet Akif Ersoy gibi toprağına, bayrağına, destanına, inançlarına saygılı bir kişiyi hep küçümseyip hem de yazdığı sözler okunurken “hazırolda” durmayı becerenlere de ne demek lazım acaba?

Biri 1915 diğeri 1922 müthiş iki destan yazdı milletimiz. Çanakkale’de onca şer gücü, adı aslında “tek dişi kalmış canavar” olan “düvel-i muazzamayı” yenen milletimiz, 1922’de de tüm kâinata “istiklal ve hâkimiyetini” haykırdı kanı pahasına!

Bakın talihe ki, bu eşsiz iki destanı kuşaktan kuşağa mütefekkir yüreğiyle anlatan Mehmet Akif’ti. “Çanakkale Şehitleri’ne” yazdığı o dizeleri hangimiz “boş” görebiliriz? Ya milli marşımız? O yüreklerimizi titreten, göndere çekilen ay yıldızlı bayrağımızı dalga dalga coşturan “İstiklal Marşımız”?

Kabri nûr olsun Mehmet Akif’in… “Safahat” okumayanların bugün çıkardıkları sesler de beyhudedir ya… Neyse.

Cuma günü 12 Mart’tı. Atatürk (Konak) Meydanı’nda hatırladığım kadarıyla daha önce hiç olmayan bir tören yapıldı. Haberim oldu ama gidemedim, kahroldum. Sosyal medyadan takip edince de yerimde duramadım. Karşıma çıksaydı bir yerden Başkan Tunç Soyer, vallahi de billahi de sarılırdım eline. O kısacık konuşmasındaki duygu yükünün muhteşemliğine kapıldım telefonumdan. Normalde boyuna tekleyen telefonum bile sanki anlamıştı o törenin esbab-ı mucibesini!

“Sevgili İzmirliler,

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!

Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.

Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım."

Birlik, beraberlik ve bağımsızlığımızın sembolü İstiklâl Marşımızın, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilmesinin üzerinden tam 100 yıl geçti. İşgali ile Kurtuluş Savaşı'nı başlatan; kurtuluşu ile bağımsızlığın simge kenti olan güzel İzmir, başı dik ve özgür yaşama kararlılığından hiç vazgeçmedi. Büyük kurtarıcımız Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün ifadesiyle; "bir daha üzerine hiçbir kirli ayağın basamayacağı kutsal bir toprak" olan İzmir'den, yüreği vatan aşkıyla çarpan tüm yurttaşlarımıza selâm olsun! Kurtuluş Savaşımızın tüm kahraman şehitlerini ve “Allah bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırmasın” diyen İstiklâl marşımızın şairi Mehmet Akif Ersoy'u, saygı ve rahmetle anıyorum” dedi Başkan Soyer ve sağ elini yüreğine götürerek yerine geçti, bando şefinin hareketiyle de o en anlamlı sözler çınlamaya başladı meydanda.

Mehmet Akif’in aziz ruhu şâd olmuştur mutlaka ama rahmetli milli şairimizin bir sözü daha vardı. Mehmet Akif’in sözlerinin üzerine söz olmaz ama bu sözün üzerine yaşadığımız bu süreçte söz söyleyecek de kimse olamaz. Ne demişti Akif?

“Ders alınsaydı tekerrür eder miydi tarih?”

İşte benim derdim budur, gizli gizli tekerrür ettirilmeye çalışılan tarihin farkında olmamamız!

Yoksa olabilir miyiz, ne dersiniz?

***

İşte “pul” kadar “tekerrür” sinyalleri!

O fotoğrafı ilk gördüğümde inanın şaşırmadım. Açıkçası son üç beş yıldır yine merakla bekliyordum nereden çıkacak bir “bela sinyali” diye.

Papa Efendi neden oralara gitti, derdi ne amacı ne ilgilenmiyorum. Ben o “pulla” ilgileniyorum zira “o pulu” hazırlayıp Papa’ya verenlerin “pul kadar” kıymetleri de yok gözümde. Çünkü “pulu verenle” yaptıran aynı değil! Ama biz hala farkında değiliz olan biteni ya, yanarım yanarım ona yanarım.

Hep diyorum “bu hırs 200 yıldır egemen” diye.

Osmanlı neden yıkıldı? Nedenlerinden biri içindeki “hainleri” fark edememesiydi. Başka ülkelerin aşağılık adeta ajanlarını “vezir” hatta “sadrazam” yapma zorunda bırakıldı yorgun Osmanlı! Düşünsenize bir “İngilizci” bilmem ne Paşa, Rusçu bilmem ne Paşa, Almancı bilmem ne Paşa yok mu son 200 yılda “payitahtta”?

O “imtiyazlar” o “ayrıcalıklar” verilen emperyalist kara güçler, Anadolu’nun “kadim kardeşliklerini” nasıl bir asırda yerle yeksan etmişti, unuttuk ama!

ABD Başkanı Wilson’un o meşhur haritasını hatırlayalım lütfen. Önce Mondros ve ünlü 7. madde ile Sevr’i de unuttuk değil mi?

Ya 90’larda, “Çekiç güç” marifetiyle “bir yerlere” atılan sandıklar, yardım malzemeleri?

Şimdi de o “pul” … Güya çaktırmadan Papa’ya mesaj.

Vatikan’ın, Anadolu’ya olan “bakışını” hortlattığını mı düşünmeliyim bilmiyorum ama bu “pul” ne yazık ki “yeterli” tepkiyi yine görmedi.

Siyasi dengeler umurumda değil, ama içeride yine “Kâmil Paşa’nın” ruhu mu dolaşıyor diye de düşünmüyor değilim. Anlaşılan yine bazı mezar kapakları açılmış, o kötü ruhlar çıkmış.

Ve galiba o kötü ruhlar içlerine girecekleri bedenleri bulmuş. İsimleri farklı olsa da kimlerin bedenlerinden ne sesler çıkıyor duymaya devam ediyorum!

***

'Andımız' ile dert nedir?

Elin oğlu, Alman, Yunan, İngiliz, Fransız, Arap olmasıyla gurur duyar, bizim güya “milli” eğitim 2000’den sonra “andımız” ile neden uğraşır hiç anlamadım. Amaç sanıyorum ki çocuklarımızı tamamen ya “kimliksiz” bırakmak ya da o çok sevdikleri “Vehhabî Arabi” kimliğe sokmak!

Usta gazeteci ağabeyim Saygı Öztürk cumartesi günü Sözcü gazetesinde duyurdu: “Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, okullarda öğrenci andının okunmasını sona erdiren MEB yönetmeliğini iptal eden Danıştay 8. Dairesi'nin kararını bozdu. Bu karar sonrası okullarda artık andımız okunmayacak. Millî Eğitim Bakanlığı'nın (MEB), 2013 yılında çıkardığı yönetmelikle, 1933'ten beri ilköğretim okullarında okunan öğrenci andı kaldırılmıştı. Türk Eğitim-Sen bunun üzerine Danıştay'da dava açmıştı. Danıştay 8. Dairesi de 2018 yılında andımızı kaldıran yönetmeliği oy çokluğu ile iptal etmişti. Millî Eğitim Bakanlığı, dairenin bu kararını temyiz etti. Temyiz üzerine dosya Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu'na geldi. Kurul da Andımız ile ilgili nihai kararı verdi. Buna göre Kurul, MEB'in itirazını oy çokluğuyla kabul ederek, Danıştay 8. Dairesi'nin yönetmeliği iptal eden kararını kaldırdı. Bu karar uyarınca okullarda Andımızın okunması kaldıran yönetmelik uygulanmaya devam edecek. Bundan sonra andımız okunmayacak.”

Görüyor musunuz gafleti? Hem de “Milli Eğitim”!

Ben şahsen Ziya Selçuk Beyefendiyi “aydın” falan sanırdım. Yoksa o da “kerameti kendinden menkul” tiplerin “müridiymiş” herhalde! Söyler misiniz bu sözlerin zararı nedir? “Türk'üm, doğruyum, çalışkanım, İlkem: küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm: yükselmek, ileri gitmektir. Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim. Varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türk'üm diyene!”

Milli bayramlarda yapılan törenleri, “cemaat” baskısı ve “ikinci cumhuriyetçi” tiplerin dayatmasıyla “militarist” görüp kaldırdılar. Ama 2016’da gördük o “güvendikleri” cemaatçi arkadaşlarını nasıl “militarist örgütlenip” devletin bekasına saldırdıklarını.

Daha yeni elin oğlu yine “hortlattı” eski sapık düşünceleri ve “pul” haline getirip Papa’ya bile verdi. Ama biz çocuklarımızın “Türk” olma duygularını yok edip sanıyorum onlara “kula kulluk nasıl edilir” onu belleteceğiz. Bir ülkenin “kimliği” kadar olmazsa olmazı yoktur. Ama 1980’den sonra üretilen “popüler yoz kültür” geldiğimiz 2021’de ne “milli” ne “ulusal” ne “kendimize has” bir şey bıraktı. Adı “Türkiye Cumhuriyeti” olan devletin yurttaşları bundan sonra nedir acaba? “Hanedan-ı Ali Osman” geri döndü biz de o “hanedanın kullarıyız” diye düşünen varsa, acil “Mazhar Osman’a” gitsin bence. İki müsekkin ve bir gazoz kapağı ile kendini “Osmanlı Paşası” sanabilir!

Hala anlayamadılar “Türk” vurgusundaki “birleştiriciliği”. Ya kendi benliklerinde “ırkçılık” var ya da kendilerine göre bir felsefe geliştirmişler, kendileri de anlamıyor.

Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk Efendiye tavsiyemdir, bulunduğu yere acil “ilaçlama ekipleri” çağırsın, zira anladığım kadarıyla “çevresinde örümcek” çok!