Evrensel düşünce ve anlatım özgürlüğü ilkesine inanıyorsanız... Basının demokrasinin “4. Güç” olduğuna inanıyorsanız… Haber verme-alma hakkının bir İnsan Hakları maddesi olduğunu biliyorsanız… Basın yoluyla işlenecek suçların ancak savaş kışkırtıcılığı, namussuzluk alkışçılığı, ırk-din-cinsiyet gibi değerler üstünden ayrımcılık, nefret savunuculuğu gibi belalarla söz konusu olabileceğini biliyorsanız… Şunu da bilirsiniz, bilmek zorundasınız: Bir gazete hakkında tek kararı, okuru verir. Okur ya da okumaz, alır ya da almaz.
Cumhuriyet Gazetesi'nin geçmişinde de, okur-gazete ilişkisi ve bunun tiraja yansıması bağlamında hayli çalkantılı dönemler olmuş, başka hiçbir gazetede görülmeyecek bu ilişki sayesinde, Cumhuriyet o dönemleri atlatmış, çökme ve yok olmanın eşiğindeyken, küllerinden yeniden doğmuştur. Kişisel bir yargıdan değil, gazete olmanın gerçekliğinden söz ediyorum.
Bu özeti yapmamın nedeni, 7 tahliye-5 tutukluluğa devam kararıyla orta yolun tutturulmaya çalışıldığı davada, şu sorunun sorulabildiğine hala inanamıyor olmamdır: “Gazetenin yayın politikasını değiştirdiniz mi?” Buna verilen “Sana ne?” yanıtı bile, şaşkınlığımı gideremiyor.
Acaba bu soru, bir zamanlar her biri kendi çapında “kurum” olan, önce el konulup sonra yön verilen ve birer yandaşlık borazanlığına evrilen, “gazete olma niteliği”ni yitirip, tiraj-reyting faciasına dönüştürülen nice gazeteye (!) ve televizyona (!) sorulabilir mi? Aynı zamanda kamusal görev ve sorumlulukla çalışması gereken bu tür matbuat hakkında, görev suçu nedeniyle bir soruşturma açılabilir mi? Haydi bunu geçelim, yazının başında “basın yoluyla işlenecek suçlar” faslından saydığımız herzeleri her gün kusan ve kendilerine hala gazete diyebilenler hakkında, kamu vicdanını ve demokrasi kültürünü doyuracak bir girişim duydunuz mu, yapılabilir mi?
Yalnızca ülkemiz tarihinde değil, dünya basın, düşünce ve insan hakları tarihinde de yerini çoktan almış “savunmaları” okumuş olmalısınız. Her birini, iddianameyle koşut olarak dikkatle okudum. Sonra kendi kendime dedim ki…
Düşün, FETÖ üyeliğinden soruşturulan birinin yazdığı iddianameyle, yaşamı FETÖ gibi şeriatçı çetelerle ve destekçileriyle mücadele ederek geçmiş gazetecileri, “FETÖ’ye üye olmamakla beraber, destekleme” suçuyla yargılayacaksın. Elindeki tek somut delil, pideci, parkeci, arayanın hangi dünya görüşünden ve tıynetten olduğunu belirtmekten aciz (!) telefonlarla yapılan görüşmeler ve bunlar üstüne “adeta” diye başlayan kırık dökük itham ve suçlama cümleleri olacak. Düşün, 9 aylık oyalanma ve özgürlükleri mahvetme sürecinden sonra, o güne dek görmediğin, okumadığın, düşünce ve emeğinden yararlanamadığın, haklarında oradan buradan duyduğun şeyler dışında, hiçbir şey bilmediğin “adamlar”la karşılaşacaksın.
Düşün, bu adamlar “fikir” olup, belge, bilgi, kanıt, humor, zekâ, duruş ve onur sağanağı gibi yağmaya başlıyor. Bu fırtına ve boran ve kasırga altında, sığınacak ve sarılacak hiçbir şeyin olmuyor. Ama bir şeyler söylemen de gerek. Ne diyeceksin? “Köşe yazısı yazmayalım, savunma yapalım” diyecek oluyorsun. Diyorsun da, kafanın içinde dönüp dolaşan sese ne diyeceksin: “İyi ama bu adamlar, düşüncelerini yazarak paylaşan ve bundan da asla geri durmayan ve durmayacak olan gazeteciler!” Düşün, bu süreç sonunda verilecek, onların değil, asıl senin geçmişine, bugününe, geleceğine ve yapmaya çalıştığın işine dair olacak. Bu davanın, yalnızca bir gazeteyi ve gazetecileri yargılamaktan çok, bir ülkenin tüm kişileri, kurumları, vicdanı ve adalet erdemi adına bir temizlenme ve “bir daha olmasın” fırsatına dönüşebileceğini anlamaya başlayacaksın. Ama öyle karışık haldesin ki, ağzından çıka çıka, bir gazeteciye “Polat Alemdar gibisiniz”, ötekine “Sizde 007 Bond ruhu izliyorum” sözlerinden başka bir şey çıkmayacak. Gülsen gülünmez, şaşırsan şaşırılmaz. 9 ay 5 günde doğan bu karar ve gerisini “Eylül'de gel” şarkısına dönüştürmek gibi!
Bunları 9 EYLÜL’ün ve İGC’nin yıl dönümünde düşündüm. Nice yıllara, özgürlüklere ve mutlak gelecek güzel günlere!