Anımsadığım kadarıyla, 12 Eylül’den sonra peydahlandı, Özal zamanında palazlandı, süreç içinde egemenliğini ilan etti. Liboşların pek hoşuna gitti, toplumsal yapıda bir türlü yer bulamayan, gerçek meramını nasıl örteceğini bilemeyen ne kadar gericisi, aymazı, bin tilkiyi idare ustası varsa, bu müthiş buluşun üstüne atladı. “Örgüt” kavramını umacı görenlere, içini boşaltmak için bekleşenlere, onlara su taşıyan sersemlerin da yardımıyla gün doğdu. Kumarhanesine ne diyeceğini bilemeyenlerden tarikat yuvasını hangi ambalajla pazarlayacağını şaşıranlara kadar, her tür tıynet, niyet, kısmet erbabı, böyle böyle huzura kavuştu. Artık “kurum”, “teşkilat”, “cemiyet”, “cemaat”tiler. Arada “örgüt” takısını kullananlar da vardı, onlar da iki dakikada kimlik ve kişilik erozyonuna yuvarlandılar.
“Sivil Toplum Şeysi” dedin mi, gerisi kolaydı. Protokolde yer buldular. Himmetten zimmete, Anayasanın temel ilkelerinden tüyüp “ben yaptım olur”lara, bu ülkenin genlerini kemirmekten yasaları birer kılıfa çevirmeye geçiş, artık kolaydı. Başın sıkıştın mı, at bir “velayet var!” çığlığı, yakayı ele verdin mi bas bir “mağduriyet” ağıdı, sorun kalmazdı. Ortadan kaldırmaya niyetlendiğin değerleri, işitince şeytan görmüş gibi olduğun kavramları savunan ötekiler mi? Bin yalanla, bilgi kirlilikleri ve iftiralarla itibarsızlaştırarak, maddi açıdan çökerterek, toplumsal yaygınlaşma yollarını tıkayarak, olmadı yüzlerce yıllık davalar açarak, hepsini toplumdan kovmaya ve yok etmeye çalışırdın.
Örneğin, leprayı bu coğrafyadan silmenin bin rantını yemek varken, “Bu ülkenin çocukları ve hele kızları okumalı!” diyen ve ÇYDD’yi kuran şahane bir insanı, mahkemelere düşürür, ölümünü insanlığın yüz karası hakaretler ederek alkışlar, aşağılık ruhuna göbek attırabilirdin. Örnekleri uzatmak ne yazık ki çok kolaydır, ama açtıkları vicdan ve ahlak yaralarını kapatmak çok zordur. Ama bunlar seni nasılsa ilgilendirmez. Her türlü kepazeliğe meyyal olduğun ve hatta bunların bin örneğini verdiğin anlaşılınca, suçüstü yapılınca, çırılçıplak teşhir edilince, yapacağın bellidir. Demokrasiden zerre kadar nasiplenmemişlerin yaptığınca, “Nerede demokrasi!” diye yüzsüzlük örneği verirsin, alkış kıyamet desteklenirsin. Ama bir Allahın kulunun aklına, “Yahu, bunların başındakiler niye 40 yıl aynı koltukta oturur?”, “Bunların gelirleri giderleri, kayıtları kuyutları nedir?”, “Hangi etiketle kuruldular, hangi ambalajla yaşıyor, hangi amaçla yuvalanıyorlar ve şişiyorlar?” diye sormak gelmez. İşe gelmektedir, içtihat oluşturmaktadır, pazar yaratmakta, dahası için sofra açıp ortam sağlamaktadır. Ta ki, sivilcelerden biri devasa irine dönüşüp, coğrafyayı sarana dek. Çıkar, bölüşüm, rant, iktidar dengeleri bozulana dek. Ta ki, birbirlerine düşman kesilip, örneğin içlerinden birinin kanlı, iğrenç, alçakça bir darbeye ve her şeyi ele geçirmeye kalkışmasına dek. FETÖ bu sivilcelerden yalnızca birisidir. İtirafları okuyor, dinliyorsunuz. Benzerlerinden tek farkı, on yıllardır palazlanıp bir belaya dönüşmesine göz yumulması, yardım ve yataklık görmesidir. O nedenledir ki, her türlü halk düşmanlığının hesabının mutlaka sorulması ve sorulacağı gerçeği yanında, hiç uzatmadan sormak gerekir: kendi içinde demokrasinin zerresi olmayanların, demokrasi havarisi kesilerek, bir örümcek gibi bu coğrafyaya tebelleş olması nasıl önlenebilir?
İnsan örgütlü bir canlıdır ve çağdaş toplumlarda devletin kontrol altında tutulmasından, talep ve tepkilerin demokratik biçimde dile getirilmesine, zorunlu bir gerekliliktir. O da siğil ve sivilcelerle değil, ancak “Demokratik Kitle Örgütü” bilinciyle mümkündür. Partilerden derneklere, bugün her türlü toplaşma bu sorunun kıskacındadır. Siğille irinle uğraşmaktan, avanaklık ve ahmaklık itiraflarından vazgeçip, sorunun temeline bakalım. Kelamımızın yettiğince, bakacağız.