Arka arkaya gelen acı haberler… Birine yazıklanırken, dövünürken, diğerleri sarsıyor içimizi, yüreğimizi dağlıyor!

Önce deprem… İstanbul’dan, Manisa’nın Akhisar, Kırkağaç ilçelerinden… Yurdumuzun farklı bölgelerinden öncüler, artçılar…

Daha onların sarsıntısı, acılanması bitmeden bu kez Elazığ’la… Sağlam kazığa bağlanmayan yapıların altında kalan 41 can!...

Bu sarsıntıları duya duya her gün, yeni bir sarsıntı daha geldi Van Bahçesaray’dan; çığlık çığlığa!

Çığ altında kalan bir minibüs, çığ altında 8 insan. Arama-kurtarmaya gelen ekip de eklenince ölümlere; sayı 41’e yükseldi!

Bilim adamları her gün çığlık çığlığa… Daha beteri var diyorlar; İstanbul’u, İzmir’i, kuzeyi, batıyı, doğuyu bekleyen yıkımı, kıyımı konuşuyorlar.

Gündemin sarsıntılı, sıkıntılı, gürültülü haberleri bitmiyor ki… Hangi birini anasınız, dillendiresiniz; çirkinlik, kokuşmuşluk, kirlenmişlik, vurdumduymazlık!

Sanatın, yazının emekçileri, şairler de tedirgin, kaygılı, mutsuz, üzgün bu yaşananlardan…

***

Kadına şiddeti, öldürümleri, pisipisine süren savaşları, savsaklanan, önlem alınmayan çığ çığlıklarını, depremleri de şiirine, öyküsüne, romanına, fotoğrafına, resmine yansıtır.

Yıllar önce ışıklar içinde olsun şair-yazar Güngör Gençay ZALİM TİTREME-DEPREM ŞİİRLERİ (Gerçek Sanat Y. 2005) bir seçki hazırlamıştı. Yazılmış deprem şiirlerinden örnekler sunmuştu.

Bunları düşünürken ben de 1975’e gittim birden. TRT Diyarbakır Haber Bürosu’na yeni atanmıştım. 6 Eylül 1975’teki Lice depremini yaşamıştım. 2384 kişinin yaşamını yitirdiği o deprem görüntülerini unutmam olası değil.

İlk şiir kitabım Yürek Söylencesi’nde yer alan “deprem” şiirimden birkaç dizeyi paylaşayım hiç olmazsa: “Vurur dipten arada / Varto’da Lice’de Gediz’de / Sarsılır insan / Yaşam yıkılır / Umut dara düşer / Kırılan insandır doğa uyarır”

***

Söz depremde koyulaşırken, şiire gidelim, depremin sarsıntılarına, acılarına, kıyımlarına.

Tevfik Fikret’in 1895 İstanbul depremiyle ilgili olarak yazdığı Zelzele adlı şiirinden bir bölümü Asım Bezirci güncellemesiyle okuyalım.

“Bin üç yüz ondu… Daha dün bu eski yıkıntıya sen konuk olmuştun,/ Sanki sinirli ve ateşli hastalar gibi yer birden için için ve uzun/ Bir sarsıntıyla çırpındı, kırdı, yıktı… Kaygı/ Ve korku doldurdu yüzleri; evler, aileler/ Birer döküntü oldu; kalanlar hep ezik, yıkık;/ Korkuyla boyun eğme en onurlu başlarda,/ Minarelerin bile yerde başı./ İnsan böyle uğursuz bir vuruşla karşılaşınca birazcık uyanır./ Biraz uyanmak için bin bela… Ne kaba ders!..”

Âşık Veysel’in 1939 Erzincan Depremi için yazdığı şiirin bir dörtlüğü şöyledir: “Kimi ana vermiş kimisi baba/ Nice yavru vermiş gelmez hesaba/ Felek kor insanı ne kaptan kaba/ Tarihi felaket nişan Erzincan.”

Nâzım Hikmet’in Bursa cezaevindeyken yine Erzincan depremi için Halk deyişlerinden de yararlandığı şiiri şu dizelerle biter:

“Yayıkta yağ vardı, dövülemedi,/ ak peynir torbaya koyulamadı,/ hasret gitti ölüler/ dünyaya doyulamadı…/ Uyanıp kaçamadılar,/ kuş olup uçamadılar,/ açıldı kuyular kimse inemez./ Erzincan beygiri rahvandır amma / ölüler ata binemez/ yan yana sırtüstü yatan ölüler…”

Deprem tüm dünyanın bir geçeği. Bunu değiştirmek olası değil. Depremi yoğun yaşayan, şidetle sarsılan ülkelerde insanlar ölmezken, binalar yıkılmazken, biz bunu kader diye geçiştiremeyiz.

Bilimin ve aklın aydınlığında alınacak önlemler, çalmasız-çırpmasız yapılaşmalar, sağlam ayaklarla yere oturtulacak binalarla bu sarsıntıları, bu yıkımları, can kıyımlarını çok daha az duyacağız.

Şairler de deprem ağıtları yakmayacak!