Tam 90 yıl geçmiş üzerinden.

Gövdesinden ayrılmış başı da toprak olmuştur Şehidin.

Hasan ve Şevki de karışmışlardır toprağa.

90 yıl önce 23 Aralık soğuğunda neydi o yaşananlar Menemen’de?

Yıl 1930. 7 yaşında “Türkiye Cumhuriyeti”. İşgal acısı, emperyalizm ve yerli işbirlikçilerinin açtığı yara hızla iyileşirken, hele İzmir’de hele Menemen’de olacak iş miydi bu?

Manisa’dan kalkıp gelen üç beş çapulcu, hangi akla hizmetse Menemen’de isyana kalkmış o gün. Can pazarında dönüşmüş ortalık. Belli ki korkmuş insanlar. Menemen’i yönetenler ilk duyduklarında ne hissetmiş bilemem de böğürdükçe isyanın başı, biraz korku biraz meraktan toplanmış ortalık yerde halk. Kalabalık görünce azgın çete başı, eline geçirdiği yeşil bayrakla iyice girmiş havaya. Gelen emniyet dönmüş geriye. Bir tek o nur yüzlü asteğmen dönmemiş.

Öğretmenmiş ya aslen? “Konuşarak” ikna edeceğine inanmış belki.

Ama ne bilsin ki o emperyalizmin kudurmuş köpekleri, anlamaz “insan lisanından”. Çekmişler bir kurşun atmışlar Asteğmen Öğretmen Kubilay’a...

Kan sızarken böğründen, geri çekilmeye çalışmış. Kudurmuş emperyalizm uşakları tutmuşlar kollarından. Sürüklemeye başlamışlar böğürerek.

Hep merak ederim, o anlarda eline mavzer geçirememiş mi halk?

Açık yazmalıyım ki, “Menemen Olayında” hala cevabını bulamadığım sorular var. Ama sorulardan çok bir “öğretmen subayın” feci katli daha önemli.

Emperyalizmin kudurmuş köpekleri, besbelli ki “ne yapmaları” gerektiğini biliyorlarmış. Yaralı asteğmeni, kutsal mekân olan cami avlusuna getirmişler. Sonrası malum...

Daha sonrası da malum... Yıllardır anlatılır, duyulur, bilinir.

Ama son yıllarda iyice önemsizleştirilmeye, sadece “provokasyon” sözcüğüyle anlatılmaya çalışılan kanlı isyan girişimi. Kimin, neyin, ne için “provokasyon” belli değil ama.

Derinlemesine araştırmak isterdim. Çünkü tarihimizde “yeterince araştırılmayan” olaylar o kadar çok ki. Özellikle de İzmir tarihinde ve özellikle hep vurguluyorum son 200-250 yıl oldukça gizemli.

Şehit edildikten sonra yıllarca hiç vazgeçilmeden hem de “devlet” nazarında anıldı Asteğmen Kubilay. Görkemli bir anıt da yapıldı. Şehitlerin, kabirlerinde ne kadar huzurlu yattıklarını Allah bilir de bu yılki “anma” beni çok etkiledi. Gün boyu, saatler ilerlerken kahroldum. Akşamına da “patladım” zaten. Özellikle izlemeye çalıştığım Fox Haber’de de bir “taksi” haberi kadar önemi olmadığını görünce artık isyan noktasındaydım.

Birkaç gün önce “Sarıkamış Şehitlerini” anan “devlet”, kendi bekası uğrunu “başını veren” şehidi “yok saydı”!

Artık ölçüt sosyal medya ya? Ben de onu takip ettim gün boyu. Cumhurbaşkanlığı, TBMM, Millî Savunma Bakanlığı, İzmir Valiliği, İzmir Milletvekilleri... Hatta Diyanet İşleri Başkanlığı... Şehitler “siyasete alet” edilir mi? Ne fena bir düşünce bu; ama edildi işte.

Zaten “salgın yüzünden” hiç olmazsa geçen yıl kadar yapılamayan anma, devlet erkânı tarafından sosyal medyada yapılabilirdi. Bir mizah etkinliğini engellemeyi “vatanseverlik” sayanların, vatan uğruna “baş vermiş” bir şehidi anmamaları nasıl açıklanabilir?

Hele İzmir Valiliği... Bu kadar “özel” gördüğüm, umur-u devlet özelliğiyle, güler yüzüyle İzmirli’de bir etki bırakan Sayın Vali’nin, beka-i devlet uğruna başını veren şehidi “yok saymasını” zinhar kabul edemem. Teşekkür ediyorum iktidara ki bana muhteşem bir “sükutu hayal” yaşattılar yine.

Suudi bilmem ne adamı öldü diye salya sümük ağlayanların, devletin bekası, milletin dirliği, Cumhuriyet’in selameti için canını verenleri “görmemesi” bana “normal” gelemez.

Sarıkamış felaketi, bir hırsın, süper egonun sonucudur.

Dönemsel bakıldığında, Almanlarla bizi bir edenlerin nasıl bir ihanet çukurunda olduklarını kim inkâr edebilir. Almanların, birinci harpte başımıza açtıkları “sosyal yaraların” daha sonra İngilizler tarafından derinleştirildiğini, bin yıllık Anadolu birliğinin bu iki devlet yüzünden tarumar edildiğini Ne zaman öğreneceğiz acaba?

Menemen olayının derinlerinde kesinlikle inandığım bir “İngiliz oyunu” bulunduğudur. İngilizlerin, Amerikalılardan çok önce İslam’ı “kullandıklarını”, Arapların kanına girdiklerini, Anadolu madenleri uğruna 30’larda ciddi “karıştırmalar” yaptıklarını, şeyhleri, şıhları, hocaları “satın aldıklarını” hatta bazı ajanları “Müslüman” gibi yetiştirip Anadolu’ya gönderdiklerini bilmeyen var mı? Yahu filmlere, dizilere bile konu oluyor abuk sabuk.

İngilizlerin, Lozan’dan hemen sonra, “melek yüzlü şeytan” görüntüsüyle başlattıkları hamleleri, 1945 sonrası ABD profesyonelce devam ettirdi. Anadolu’da kardeşçe yaşayan Türk, Rum, Ermeni önce birinci harpte Alman, İngiliz oyunlarıyla birbirine düşman oldu. Sonraları ise ABD, belki de o iğrenç süt tozlarıyla Anadolu’da “Türk-Kürt” birlikteliğini bozdu. Tabii “yerli işbirlikçiler de” hep var oldu!

Sarıkamış’da “donarak” şehit olan Mehmetleri anmamak ne kadar hazin ise Menemen’de beka-i devlet uğruna “baş veren” Asteğmeni anmamak da hazindir. Ama daha hazini, Sarıkamış’ı anarken Menemen’i “yok saymaktır ki” bu asla “vatanseverlik” olamaz!

Menemen Kaymakamı ile bu yıl törene katılanları, anma mesajı yayımlayanları tenzih ediyorum tabii ki. Ama şu var ki, kaygım büyük zira 2022’yi de inşallah “hiç” etmeyiz!

Gazeteci yazar dostlarım Barış Pehlivan ile Barış Terkoğlu’nun “Cendere, Metastas 2” kitabını soluk soluğa okudum. “Metastaz” kitabını da okuduğum için Cendere’yi uzun zamandır bekliyordum. Bence sevdiklerinize “yeni yıl” hediyesi düşünüyorsanız bu kitabı mutlaka almalısınız.

Kitabı okudukça hem tansiyonum yükseldi hem de karamsarlığım arttı. 15 Temmuz ihaneti sonrası bunca kahredici rezaletin olduğuna inanamadım açıkçası. Fetö denen yapının, yıllar içinde hep “göz yumularak” büyümesi, devletin en mahrem köşelerine dahi hem de “yargı” eliyle girmesi, sızması kabul edilecek bir şey değil. Değil ama yıllar boyunca da devleti yönetenler, bu tehlikeye işaret edenleri hep aşağıladı, yok saydı. Ve bir gün geldi çıkarlar çatıştı, olan oldu. “Paralel yapı” denen canavarın “uluslararası bir terör yuvası” olduğu sonunda anlaşıldı.

Keşke 15 Temmuz sonrası da “alınan dersle” hareket edilseydi. Kitabı okuyunca, din kisvesi altında aslında birer “silahlı külahlı para birlikleri” olan bu yapının, “başkalarına da” örnek olduğu, yine din kisvesi altında, uyduruk hikayelerle insanları “bağlayan” saçma sapan örgütlenmelerin güçlendiğini gördüm. Koca koca paşaların bile bu “uyduruk” adamlarla “sosyal medya fotoğrafı” çektirecek kadar “başkalaşım” geçirdiklerini öğrendim. İnanamadığım adı “tarikat” ya da “dernek” olan bu yapıların referansları hep” hikâye. Bilimsel özgürlüğün yerine körü körüne bağlanma ve inanmanın, İslam’ın hangi “özelliği” olduğunu kimse anlatamaz bana.

Bir üstteki yazımda da yazdım. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e hep geçer akçe olmuş “dini siyasete alet etme”. Şimdilerde ise hem “geçer akçe” hem de “tatlı akçe”. Eğitimden sağlığa, emniyetten orduya, bürokrasiden aileye her alanda başka “paraleller mi” yaratılıyor acaba?

Kendisine “savcı, hâkim, emniyet müdürü” falan diyenlerin “para” uğruna devletin bekasını dinamitlemeleri sadece ahlaksızlık değil tam anlamıyla “vatan hainliğidir.” 

13, 14, 15. asırlarda belki “birlik dirlik” adına kurulmuş yapıların, zaman içinde uğradıkları dejenerasyonu yok sayıp bugün bu çağda, teknolojinin bu kadar arttığı, iletişimin sınırsızlaştığı çağda hala kullanılıyor olması ne acı! Bu “kullanımın” işe yaramadığı yerlerde başvurulan “zulüm” ise bana “zulm ile âbad olanın ahiri berbat olur” cümlesini söyletiyor. Din ile menfaati bu kadar örtüştürme başarısını gösterenlerin, bu topraklardan olsalar bile “bağlı bulundukları” üst yapıların bu topraklarda olduğuna kimse inandıramaz beni.

“Cendere” ve öncesi “Metastaz” kitapları bana hep düşünme ve hatırlama yolunu açtı. Bir konu var ki bugüne kadar hep sustum. Ama galiba yazma zamanı geldi. Zira öyle bir zamanda yaşıyoruz ki ne gördüğüme aldanıyorum ne de duyduğuma inanıyorum. Ders alınmadığı için tekerrür eden bir tarihteyiz. Ne “içte” huzur var ne de “dışta”. Lakin “tezgâh” aynı da olsa “oyuncular” farklı. Aklıma “Alaçatı toplantıları” hatta “Kordon” yürüyüşleri ve hatta eski bir odada içenin içtiği, içmeyenin içmediği ilginç ve “izole” akşamlar geliyor.

Ha bir de İnciraltı’ndaki “kazuletin” tepelerinde bir “bar zirvesi” ...

Ne dersiniz yazayım mı? Acaba yazsam mezarlarından hortlamış bazı kalpsiz ölüler, yeniden dönerler mi “çukurlarına”?

Sahi, “Sporting Club” yerinde şimdi ne var? Bakın yine “merak” ettim.