Sevgili Duygu Asena’ya bir gönderme ile başlayalım. Çünkü, ülkemizde kadının adı olmadığı gibi, sanatın da adı yok. Yaşadığımız koronalı günler bunun en güzel kanıtı. Tiyatrolar, sinemalar, konserler, tüm sanat etkinlikleri durmuş, galeriler, müzeler, kitabevleri kapalı durumda. Telif gelirleriyle geçinen yazarlar, besteciler, tasarımcılar, yevmiye ile çalışan tiyatrocular, müzisyenler tüm gelirlerinden yoksun bir halde beklemede.

AKP iktidarı, bunu bir fırsat görmüş olmalı ki, çeşitli sektörlere verdiği desteği sanat alanlarından esirgemekte. Tiyatrocuların feryatları sonucu, Turizm ve Kültür Bakanı bir toplantı yaparak onları dinledi. Ama hala bir çözüm yok ortada; özel tiyatrolara bazı kolaylıklar sağlayan bir yönetmelik değişikliği dışında… İKSV, Yayıncılar Birliği, Oyuncular Sendikası, Tiyatro Kooperatifi, Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği, Kütür-Sanat Sen gibi kuruluşlarının çağrılarını suskunlukla geçiştiren hükümet, düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik engellemelerini hız kesmeden sürdüredursun, bizim sanatçılarımız, kendi inisiyatifleri ile on-line (çevrimiçi) paylaşımlar yaparak eylemsiz ve işlevsiz kalmamaya çalışıyor.

Avrupa, salgından dolayı kepenk kapatan sanat kurumlarına ve bağımsız sanatçılara ciddi destekler sunarken, ülkemizde İstanbul ve İzmir Büyükşehir Belediyeleri dışında, sanatçılara destek vermeye çalışan bir kurum göreniniz varsa söylesin, ben de paylaşayım… Herhalde bazı sektörlerin kayıplarını telafi edebilmesi için, hızlı bir ‘normalleşme’ sürecinin başlatıldığı şu günlerde sanat alanlarına ilişkin hiçbir önlem ufukta görülmüyor. Söylentilere bakılırsa, yazın konser, tiyatro gibi etkinliklere izin verilmeyecekmiş. Oysa, fiziksel mesafe kurallarını uygulayarak açık havada konser, tiyatro ve film gösterimleri yapılabilir; yapılmalı…

Bütün bunlar, ülkemizde tutarlı bir kültür politikasının olmamasından kaynaklanıyor.

Ama, durun, belki de var da, biz farkında değiliz!

Bugün, 34. Ölüm yıldönümünde andığımız, tiyatro ve öykü yazınımızın büyük ustası Haldun Taner, 1974 yılında yazdığı “Kültür Politikası” adlı düz yazısında anlatıyor:

“…İnsanlar toplum olarak yaşayalı beri, kültür politikasının, adı olmasa kendi hep vardı. Pesistratos, Büyük Dionysia Bayramlarında, yirmi bin kişilik amfilerde tragedya yarışmalarını babasının hayrına mı düzenledi, dersiniz? Onun amacı dağınık Yunan krallıklarını tragedyanın yoğun ve kaynaştırıcı havasında manevi bir birliğe hazırlamaktı. Bal gibi kültür politikası…

Ortaçağda kilisenin müziğe, edebiyata, tiyatroya el atıp, kendi konularını sunuşu, bu sanatları amacına araç edişi, nedir? Bal gibi kültür politikası…

Rönesans prenslerinin, devirlerinin seçkin mimar, ressam, heykeltıraşlarını çevrelerinde toplayıp eserler ısmarlaması da öylesine.

“Bir Safa Bahşedelim Gel Şu Dil-i Naşada.”

Osmanlı sarayı da kültür politikasının daniskasını bilir ve uygulardı. Dışarda halkı uyarmasınlar diye saraya çağrılıp, ihsanlarla afyon yutmuş aslana döndürülen yağcı kaside şairleri, hep bu politikanın kurbanlarıdır. Damat İbrahim Paşanın “iş-i nuş”alemlerine şiirleriyle fon müziği hazırlamakla görevli Nedim efendi, bunun soyut ve somut mükafatını bol bol almıştır. Akçe, mahbub ve mahbube halinde, Nedim’i saadabatta “serv-ü Revanları” ile baş başa bırakıp bir de zavallı Nef’i’nin alınyazısına bakalım. Dördüncü Murat’ın uyarılarına karşın kalemi sürçüp, Veziriazam Bayram Paşa’yı Siham-ı Kaza “Kaderin Okları” adlı eserinde hicvettiği için başına gelenleri düşünelim...

Bayram Paşa, elinde kitap, yel yepelek, etekleri dalgalana dalgalana hünkarın huzuruna koşup, “Bundan geru ne ırzım, ne namusum kalmıştır. Padişahım ol habisin katline izin ihsan eyle” diye ağlanır. Sonuç: Nef’i’nin katline ferman çıkar. Kinci vezir öldürmeden önce çektirmek için koca şairi bir hafta odunlukta bekletir. Sonra boğdurup cesedini Marmara’ya attırır… Nedim’i korumak okşayıcı, Nef’i’yi boğdurmak sindirici, ama her ikisi de önünde sonunda bir kültür politikası değil midir? Hele sonuncunun günümüzde de bol bol uygulandığı ortadadır.”