Ülkemizde ciddi bir gerilim ortamı var. Ekonomik koşullar günden güne ağırlaşırken, yurttaşlarımız gündelik yaşamlarını sürdürememe korkusu içinde. Bu ortamda sanatın işlevi daha da önem kazanıyor. Depresyona sürüklenen bireylerin içine düştükleri umutsuzluk girdabından kurtulabilmeleri, dirençlerini koruyabilmeleri için sarılabilecekleri en önemli kurumlardan biri sanat.

Dini çıkarlarına alet eden, yaygınlaştırdıkları korku iklimi ile iktidarlarını sürdürmeye çalışan siyasetçiler içinse, sanat en korkulan alanlardan biri. Boşuna değil, devrimci sanatçıların saldırıya uğraması, mahkeme kapılarında bekletilmesi…

O zaman, demokrasiden, özgürlükten, barıştan yana olan tüm güçlerin el ele vermesinden başka çıkar yol görünmüyor. Farklı siyasal görüşlere sahip olsalar da, ülkemizde adil bir düzenin kurulmasını sağlayacak toplumsal bilincin oluşturulması için çaba göstermeleri gerekiyor. Siyasal propagandanın gücünün bir yere kadar olduğunu görmemiz gerekir. Önemli olan, bunun ötesine geçebilmek, bireyleri içinde yaşadıkları baskı ortamının mutlak olmadığı, değişebileceği yönünde bilinçlendirmektir. Bu bilinci kazandırmakta propagandadan çok daha etkili olabilir sanat. Çünkü yalnızca beyne hitap etmez, aynı zamanda kalbimize seslenebilen bir iletişim ortamıdır. Bu söylediklerimden, sanatın araçsallaştırılmasını istediğim sanılmasın. Sanat, araç olamayacak denli özgür ama etkili bir ‘medyum’dur. Umutsuzluğu yenmek, toplumu ‘iyileştirebilmek’, bireyleri özgürleştirmek için başvurulacak bir ilk yardım kiti de diyebilirsiniz.     

Siyasal iktidarın tüm kurumlarla birlikte sanatı da siyasallaştırdığı bir ülkede, yerel yönetimlere düşen temel görevlerden biri özgür ve özerk sanat kurumları oluşturmaktır. Yerel yöneticilerin sanatsal etkinliklerden beklentisi ‘popülist’ kaygıların ötesine geçebilmeli, sanatçının özgürce üretim yapabileceği, kent halkının uygun koşullarda sanat etkinliklerine ulaşabildiği ortamı yaratmak olmalıdır. Ne yazık ki, ülkemizde sanata hak ettiği önemi ve desteği verebilen yerel yönetimlerin sayısı pek az. Kitlelere bilinç taşımak yerine, kitlenin beğenilerine teslim olarak oy kazanmak derdindeler.

İstanbul, İzmir, Eskişehir gibi bazı kentimizin yerel yöneticileri, bu geleneksel anlayışın dışına çıkan, kentlerine kalıcı kurumlar, bu kurumlara nitelikli yöneticiler kazandıran, niceliğe değil niteliğe yönelik tercihleriyle sosyal demokrat belediyecilik anlayışına yakışan bir tavrı benimsemiş gözüküyor. Bayrağı en önde taşıyan kent olarak İzmir’in öne çıkması boşuna değil. Yalnızca Eylül ve Ekim aylarından birkaç örnek vermekle yetineyim:

Uluslararası Yerel Yönetimler Birliği (UCLG)’nin ‘Kültür Zirvesi’, ‘Akdeniz Sinemaları Buluşması’, bir folklor şenliğinin ötesine geçen ‘Balkanlılar Halk Dansları ve Kültür Festivali’, İzmir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın açılışı ve dün Yeşilyurt semtinde açılan Mustafa Necati Kültür Merkezi’nin ilk etkinliği olan ‘Uluslararası Kadın Sempozyumu’… (Bu akşam BGST’nin “Bir Kadın Uyanıyor” oyunu var, sempozyumun kapanış etkinliği olarak. Muhteşem bir oyuncuyu, Aysel Yıldırım’ı izlemenizi öneririm)

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in, kentine yetmiş yıldır özlemle beklenen Şehir Tiyatroları’nı kazandırması tiyatromuz adına çok önemli bir kazanım. CHP Genel Başkanlığı’nın seçim öncesi tüm illere gönderdiği bir yazıda açıkça talep edilmesine karşın, İzmir ve Mersin dışında başka bir kentte böyle bir girişim görmedik. İşçi kadrolarında görevli birkaç elemanla kurulan göstermelik Belediye Tiyatrolarını ciddiye almak mümkün değil elbette. İzmir’de Yücel Erten’in, Mersin’de Murat Atak’ın Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmenliklerine getirilmesi yöneticilerin bu alana ciddiyetle eğildiklerini gösteriyor. Nilüfer Belediyesi de, bir ilçe belediyesi olmasına karşın nice büyükşehirden farklı bir anlayışa sahip olduğunu kanıtlıyor.

Yücel Erten yönetimindeki İzmir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, perdelerini Aziz Nesin’in öykülerinden -Yücel Erten tarafından- uyarlanan “Azizname” oyunu ile açtı. Kuruluş sürecine ilişkin eleştirileri boşa çıkaran dört dörtlük bir yapım gördük karşımızda. Oyuncu seçimini eleştirenlerin, oyunu izlemelerini isterdim. Kadroda aksayan tek bir oyuncu yoktu. Yücel Erten’in usta işi rejisi ile İzmirlilere bir tiyatro ziyafeti çektiler.

Yazımın başında sanatın ne işe yarayabileceğinden söz etmiştim. Fazla söze gerek yok, “Azizname”yi (Elhamra ve İzmir Sanat sahnelerinde)izlemeniz yeterli. Önermek istediğim bir başka etkinlik de, önümüzdeki hafta, 20 Ekim’de başlayacak olan ‘4. Foça Film Günleri’. 18 ülkeden arkeoloji ve kültürel miras konulu 45 belgesel, söyleşi ve atölyeler yer alıyor programda. 26 Ekim’e dek sürecek olan etkinlikteki bazı filmleri online olarak da (Youtube’dan) izlemek mümkün, ama akşamları Marsilya Meydanı’nda gösterilecek filmleri yalnızca orada izleyebileceksiniz. Güzel Foça’ya bu anlamlı ‘tematik’ festivali kazandıran Deborah Semel Demirtaş’a ne kadar teşekkür etsek az. Foça Film Günleri’nin Kıbrıs ve Lemnos adalarındaki festivallerle ortaklaşa yürüttüğü ‘Güneydoğu Akdeniz’de Üç Festivalli Kültürel Alışveriş Projesi’nin uzun ömürlü olmasını dileyerek bitirelim.