Çünkü hayat ona elinden gelen yardımı yapıyor.

Hayatın yolunda gitmemesi devletler, hükümetler ve insanlığın başına dert açıp kederle boğanlar yüzündendir. Bu liste, ortak olanlar, göz yumanlar, maşalık yapanlar, aldırmazlar ve aymazlar olarak uzayıp gider. Hayatın yolunda gitmemesi demek, açlığın, yoksulluğun, cahilliğin, savaşın, sömürünün, eşitsizliğin, hukuksuzluğun ve kuralsızlığın egemen olması demektir. İnsanlık, var olduğu günden beri bu belalarla boğuşuyor.

Sanat, bunlara tanıklıktan, itirazdan, bir daha olmasın umudundan ve çağrısından beslenir. Hayatın yolunda gitmemesinin, ancak bir kere yaşanacak bir mucizenin mahvedilmesinin, insanlığın belleğinin acı, keder ve kanla dolmasının nedenlerini ve sorumlularını belirler, saptar, sabitler. Bunu yaparken yalnızca ve yalnızca kendi yasalarına bağlıdır. Sanattan nefret edenlerin, onu kendine benzetmek isteyenlerin hırsı, öfkesi, vandallığı bundandır.

Çünkü bilirler, örneğin Moliere “Tartuffe”ü, Shakespeare “Macbeth”i, Robless “Özgürlüğün Bedeli”ni, oyun olsun diye yazmamıştır. Chaplin “Diktatör”ü laf olsun diye çekmemiş, Picasso “Guernica”yı boşuna çizmemiş, Lorca o şiirleri kâğıt doldurmak için yazmamış, Jara o şarkıları iş olsun diye söylememiştir. Onlara neden kızıyorlar? Çünkü sanat, hayatın yolunda gitmesini engelleyen din bezirgânlarını, iktidar hırslılarını, faşist zihniyetlileri, dünyayı cehenneme çeviren hasta ruhluları, sömürgenleri, savaş ve ölüm tüccarlarını unutturmamaktadır. Kızıyorlar, çünkü o aynalarda kendilerini görüyorlar. Diş biliyorlar, çünkü dünya bu olağanüstü yapıtlar sayesinde ahlakını, vicdanını temizliyor, umudunu koruyor.

“Zübük” Aziz Nesin tarafından uydurulmadı. Orhan Kemal yazdı, çünkü zaten vardı o “Murtaza”. “Şaban”, her gün beni yaz diyordu Rıfat Ilgaz’a, dediği oldu. Yılmaz Güney için kolaydı çekmek, “Yol”daydılar, “Sürü” olsunlar diye bir “Duvar” dibinde bekletiliyorlardı. “Ahmet Abi”nin ne zaman aklına memleket, yoksulluk, acı ve hasret düşse, mendili kanıyordu, Edip Cansever yazıverdi işte. “Süleyman Efendi”yi Orhan Veli, kafasından mı uydurdu sanılır? Nazım Hikmet’in “Akrep gibisin kardeşim” diye seslendikleri bir bilinmezde değil, bu topraklarda yaşıyordu. Uğur Mumcu’nun “Sakıncalı Piyade”si, kutuplardan mı gelmişti? Ara Güler o fotoğrafları nerede çekti, kimin türküsünü söyledi Pir Sultan’dan Neşet Ertaş’a sıra sıra kaç ozan? Kaç sayfa gerekir hepsini gereğince anmak için?
Belirlemeye çalıştıkları hayatla, ondan beslenen sanatın üstünü örtmeye, unutturmaya, budamaya kalkıyorlar. Tarihin binlerce yıldır kanıtladığı gibi, ne hazin bir çaba! Hayat, sanata yardım etmek için elinden geleni yapıyor.

Elbette kızacaklar. Çünkü biliyorlar, dayatmaya çalıştıkları hayat ve figürleri sayesinde, sanata malzeme üstüne malzeme sunmaktadırlar. Bilimden nasipsiz profesörler, gazeteciliği utandıran soytarılar, ağızlarını her açtıklarında insanı insanlıktan utandıran kepazeler, mafya bozuntuları, darbeci yobazlar, oynadıkları topla beyinlerini takas edenler, fesliler, cübbeliler, savrulmuşlar, doymak bilmezler, yitikler, bitikler ve yol açtıkları bin rezalet, bin kepazelik, bin utanç.

Notasıyla, fırçasıyla, kalemiyle, ezgisi ve bedeniyle, sesi ve emeğiyle sanat, hayatı bir yerlerde saptıyor, belirliyor ve insanlık belleği için not alıyor. Herhalde düşünürken esef, kayda geçirirken keyif aldığı cenah, hayatla sanat arasındaki bu ilişkiden nasipsiz olarak, sanat erbabıyım diye ortalıkta dolaşanlardır.
Ne yapılırsa yapılsın, sanat hep kazandı, hep kazanacak.

Sanat hepsini, yazık edilmiş hayatlar ile yazık edilmemesi gereken hayatlar adına konu edinecek. Hayatın içinde kim neyi bekler, neyi kazanmanın peşindedir bilinmez. Ama kesin olan bir şey var ki, sanatın kazancı insanlığın zaferi olacaktır. Burada ve her yerde.