RÖPORTAJ / Bilge Can ÜNBAL

Şair olarak başladığı yazın hayatına yazar olarak devam eden benzerlerine az rastlanacak Jar ve Haw kitaplarının ardından Ucunda Ölüm var ve Sait Faik Hikâye Ödülü kazanan Sahiden Hikâye’yi yazan Kemal Varol’un merakla beklenen yeni kitabı sonunda çıktı. Bir baba oğul hikâyesini anlatan Âşıklar Bayramı bize bazen en basit hikâyenin içinde bile ne tür gizemler olabileceğini anlatıyor. Siz İzsanat okurları için Kemal Varol ile kitapları ve edebiyata bakışı üzerine konuştuk.

İlk okuduğunuz kitabı hatırlıyor musunuz?

Hakikaten hatırlamıyorum. Ama çok küçük yaşlardan beri çok sıkı bir okurum. Küçük bir kasaba doğdum, büyüdüm. Bir süre sonra o kasabanın kütüphanesini keşfettim. Sonra kasaba kütüphanesinde çalışan memurlar da beni keşfettiler ve kütüphanede gönüllü çalışmaya başladım. Garip bir hevesti. Gelenlerin adlarını deftere kaydetmek, onların istedikleri kitapları bulup vermek. Böyle bir zevkle başladım ve bir süre sonra kasaba kütüphanesinde okumadığım kitap kalmadı. Kütüphane memurları bana eve götürülmesi yasak olan kitapları verirlerdi. Çok şanslıydım. Bir de evde şair abim vardı. Yani iyi metinlerle tanışmama o vesile oldu. Çok gereksiz kitaplarla zaman kaybetmemede engel oldu her zaman. “Şunu okursan daha iyi olur” gibi çok iyi bir yönlendirmeyle iyi yetiştirildim.

Okuduklarınızın yazdıklarınıza etki ettiğini düşünüyor musunuz?

 Tabi ki. Her yazar biraz da okuduklarının toplamıdır. Yani ne yazacağını, ne yazmayacağını, nasıl yazacağını, herkes okuduklarından öğrenir. Ben de o silsileyi takip ediyorum. Okuduklarıma borçluyum her şeyi.

“Şiire veda ettim”

Peki sizi yazmaya yönlendiren neydi?

Galiba beni yazıya yönlendiren asıl neden evde bir yazar olmasıydı. Evde bir modelin olması benim için inanılmazdı ve tek derdim o modeli dolaylı olarak nasıl aşmaktı galiba. O yüzden ilkokul 3. veya 4. Sınıftayken bende bir yazar olma hevesinin başladığını hatırlarım. Hala bende durur ilkokulda yazdığım şiir kitapları. Onları böyle küçük küçük kapaklarla süslediğimi bilirim. O küçük kasabada bulabildiğim her şeyi yutarcasına okuduğum günler… Şehirden gelen gazete dağıtım aracını sabırsızlıkla beklediğim kışlar… Çevrenizde kopan kıyamet. Toplumsal olaylar. Ama sonra bir takım toplumsal meseleleri yazarak hesaplaşabileceğim, onları çözebileceğim, anlatabileceğim fikri gelişmeye başladı bende. Çıkış noktam bu oldu aslında.

Bir şiir için bir yıl harcadığınız doğru mu? Sizin için şair olmak, yazar olmaktan daha mı ağır, daha mı zor?

Ben üç edebi türü de denedim. Hem şiir yazdım, hem öykü yazdım, hem de roman yazıyorum hala. Üç türün de zorluklarını deneyimledim. Hala benim için en zor tür şiirdir. Şiir çok zorlu bir tür. Sizin ömrünüzden ömür alır. Karşılığında da pek bir şey vermez size. Bunun mali anlamda veya başka bir karşılık olarak, okur ilgisi olarak söylemiyorum. Yani sizi mutlu etmez. Okuyanı belki mutlu ediyordur. Ama şairi asla mutlu etmez ve sürekli bir acı talep eder şiir. Açıkçası ben bir daha şiire dönüp o ruh halini yaşamayı hiç istemem. O yüzden de galiba şiir yazmak istemiyorum. Yazmıyorum da çok uzun yıllardır.

Bakiye’den sonra yok yani.

Bakiye bir vedaydı benim için. Üç tane şiir kitabım vardı ve zaten bunlar bulunmuyordu. 35 yaşımda toplu şiirler çıkarıp defteri kapatmayı daha çok ahlaklı buldum kendi adıma. Madem yenisini de yazamıyorum, bari hiç olmazsa toplu olarak okur rahatlıkla bulabilsin istedim. Ben roman yazarken, şiir yazarken yazdığım kadar kötü geçmiyor günlerim. Çok daha mesudum roman yazarken. Çok daha keyifliyim. O yüzden şiirden uzak durmaya çalışıyorum. Ama belki de hala yazıyorumdur bir yönüyle. Romanlara sızmış şiirler yazdığımı iyi okurlarım fark ediyor sanırım.

Bir röportajınızda romanlarınızda özellikle memleket dertleriyle ilgili bir şeylerden de bahsetmek istediğinizi söylemişsiniz. Aslında son geçirdiğimiz 3-4 yıl içinde memleket olarak çok ağır günler geçirdik, ciddi yaralar aldık. Önümüzdeki dönemde bu ne kadar kitaplarınızda bunları görebileceğiz?

Ben öteden beri politik bir takım meseleleri romanlarıma taşıyorum. Ama şöyle bir prensibim oldu hep; ben bazı sıcak meseleleri hemen yazmama taraftarıyım. Yani 90’lı yılları anlatmak için 20 yıl bekledim. Çünkü bende o meselelerin küllenmesi, o meselelerin bir anlatılabilir bir forma dönüşmesi için biraz zaman geçmesi gerekiyordu. Bana “Bugünleri ne zaman yazacaksınız?” diye sorduklarında ben, “Bugünler ancak benden sonraki kuşak yazacaktır, ben yazamayacağım bunları” diyorum. Belki şu anda bir takım insanlarda biriktiriyordur. Günün birinde bunlar yazılacaktır muhakkak. Ama kendi adıma daha öteliyorum bir takım meseleleri. Aslında çok istiyorum yazmayı…

Yan kahramanın hikâyesine inanırım

Romanlarınızdaki yan karakterlerinizde hikâyeleri ayrı ayrı bir hikaye aslında. Yani hikâyenin içine dâhil olmuş herkesin bir derinliği var. O yüzden tüm karakterleriniz sonra “acaba bir yerde karşımıza çıkacak mı?” hissi doğruyor.

Bu tercih ilk Jar’da başladı. Jar’ın kahramanları Haw’da görünür. Haw’ın kahramanları “Ucunda Ölüm Var” da görünür. “Sahiden Hikaye”’de birkaç eski kahraman yeniden görülür. Son romanda yine eski kahramanlar vardır. Bütün romanları kahramanlar aracılığıyla sanki bir tek roman yazıyormuş gibi ve hepsi aynı kasabada, aynı yerde geçiyormuş gibi kurgularım. Yan kahramanları şu açıdan önemsiyorum. Ben ana kahramanlardan ziyade yan kahramanların hikayelerine inanırım. Asıl sözü söyleyemeyenler, asıl hikâyeyi yaşayamayanlar, yola çıkamayanlar, doğdukları yerde kalmak zorunda olanlar, bir hikâyesi yokmuş gibi duranların asıl hikâyeye sahip olduğunu düşünüyorum. O yüzden her zaman metinde çok sesli bir alan açmaya çalışıyorum. Silik gibi görünen bir takım kahramanların hikâyelerini öne çıkarmaya çalışıyorum. Tabi ki bunlar romanın ana sesi değildir. Ama onlara bir söz hakkı tanımayı vefa borcu gibi hissederim ve çoğu zaman bir romanımdaki silik bir karakteri bir sonraki romanın ana kahramanına ya da bazen daha baskın bir figüre dönüştürmekten müthiş keyif alırım.

Var mı peki size yakın hissettiğiniz bir tane kahramanınız? Yani en sevdiğiniz kahramanınız hangisi mesela?

Kısmen otobiyografik bir kitap olduğu için “Sahiden Hikaye”’deki Lamek’i çok seviyorum. Çünkü oradaki çocuk kahraman büyük oranda benim, benim çocukluğum, benim hayatım. Diğer metinler kurgusal metinler büyük oranda. Ama “Sahiden Hikaye”yi ben biraz kendi çocukluğumu anlatabilmek, belki de o çocukluğun yüklerinden kurtulabilmek için yazmıştım.

Şimdi aslında Dünya’da da Türk Edebiyatı’nda da hızlı bir bireye kayış durumu var. Bireyin iç yolculuğu vs. Siz aslında bu noktada diğer edebiyatçılardan biraz ayrılıyorsunuz. Çünkü toplumcu bir yazarsınız.

Evet, öyle bir tanımlama yapılıyor hakkımda zaman zaman. Bu soruyu ben de kendime sorarım bazen. Yani dışardan kendime bakıp “Sahiden toplumcu bir yazar mıyım acaba?” diye. Tabi ki ister istemez toplumsal bir takım meselelerim, dertlerim var. Bu dertleri anlatmak eğer toplumcu bir yere götürecekse sizi., belki de sahiden de öyleyimdir. Ama ben belki de tam olarak, bildik anlamda toplumcu bir yazar olarak tarif edilebilir miyim, doğrusu emin değilim. Belki yeni bir tür toplumculuk anlayışı doğuyordur ben ve kuşağımdaki kimi yazarlarda. Bu 70’lerdeki, 60’lardaki toplumcu gerçekçi yazarlar gibi değil. Daha farklı bir takım toplumsal meseleleri başka nasıl kurgulayabileceğini düşünen bir yeni neslin ürünüyümdür belki de.

Bu benim yazma biçimim

Geçen yıl Sait Faik Hikâye Ödülü’nü aldığınız “Sahiden Hikâye” kitaplarınız arasında çok ayrı bir yerde. Çünkü çok fazla hikâyeyi içinde barındırıyor. Aslında bir öykü sadece bir öykü değil ve oradan çıkacak çok yeni şeyler olabilir. Senaryolar olabilir. Belki o karakterlerin biri romana taşınabilir.

Maalesef onu ben de çok sonra fark ettim. Yani bir romana dönüşebilecek çok sayıda hikâyeyi tek bir kitaba harcadığımı çok sonra fark ettim. Uzatabilseydi bazı hikâyeler başlı başına roman olabilirdi. Yeni bir şey yazmak için kara kara düşünürken kitaplarıma dağılmış o hikayelere yanarım bazen. Tabii ki tam olarak bir dert değil bu benim için. Ben başından beri bir romandan bunu anlıyorum. Ucu başka hikayelere değen sonsuz öyküler… Ama bugün bir okurumuzla sohbet ederken, o da aynı şeyi söyledi. Jar romanında çok sayıda hikaye vardır ve orada da her hikaye başlı başına roman olabilecekken neden bir romanın parçaları haline gelir.

 “Aşıklar Bayramı”’nda mesela aslında dünya klişesi bir şey baba oğlu çatışması çok aşina olduğumuz bir şey aslında.

Evet çok yaygın bir temadır.

 Ama hiç de klişeye düşülmemiş. Siz yazarken “bir klişeye düşerim” çekincesi oldu mu? Yani acaba tekrarlıyor muyum aynı hikâyeyi çekinceniz oldu mu?

Edebiyatta çok fazla tekrarlanan bir takım meseleleri yazarken önce oturup onunla ilgili yazılmış bütün metinleri okurum. Onlarla hesaplaşırım. Çünkü benim aşmam gereken kimi eşikler vardır. Bu durum diğer romanlarımda da geçerlidir. Hatta bir zamanlar şiir yazarken de bu türden eşikler vardı benim için. Bu eşikleri, yani denenmiş yöntemleri, denenmiş meseleleri bir daha tekrarlayacaksanız yazmanızın bir anlamı yoktur. Benim “Aşıklar Bayramı”nda özellikle bir çok başka romana, filme selam gönderme nedenim oydu aslında. Dipten dibe bu meseleyi yazmış herkese, onları da romana katarak, roman kahramanına dönüştürerek Yusuf Atılgan’dan Hasan Ali Toptaş’a, Orhan Pamuk’tan Kafka’ya, hatta Nuri Bilge Ceylan’a kadar ne kadar çok yazar ve yönetmen varsa bu meseleye eğilmiş, onların meselelerini de içerip ama içerdikten sonra bambaşka bir şeye dönüşmüş bir metin hayal ettim.

 Son olarak Diyarbakır’da geçen sene bir edebiyat atölyesine katılmıştınız.

Evet bir roman atölyesi.

 Böyle de bir kaygınız var sanıyorum ki. Yani yeni edebiyatçılar yetiştirirmek gibi.

Tabi ki.

Bizim aracılığımızla edebiyata merak salmış gençlere, yeni yazarlara bir şey söylemek ister misiniz?

Yazarlık, atölyelerden öğrenilebilen bir şey değildir. Atölyelerden bir takım teknikler öğrenirsiniz. Ötesi doğru bir bilgi değildir. Bu atölyelerde ilk söylediğim şey “size yazarlığı öğretemem. Boşuna buraya geldiniz. Ama bir takım teknikler öğrenmek isterseniz. Bunu seve seve deneriz. Beraber çalışırız”. Bu açıdan çok da faydalı oluyor atölyeler. Yeni yazarlar yetişiyor. Gurur duyuyorum. İyi romancılar, öykücüler çıkıyor. Bundan çok memnunum. Ama yazarlık biraz dertle ilgilidir bana kalırsa. İnsanın kendi derdinin üzerine yürümesi. Bu şahsi bir dert de olabilir, politik bir dert de olabilir, başka bir problem de olabilir. O derdin üzerine yürünmekle ilgili bir şeydir edebiyat. Aynı zamanda çok ısrarlı çalışmaktır. Çok disiplinli bir çalışma temposudur. Tutku ister sizden, zaman ister. Bunun bedelini ödeyebilecekseniz yazarsınız. Yoksa heves olarak kalacaksa uğraşılmamasını tavsiye ederim. Ama bunun gereklerini yerine getirecekse her yazar adayı, ısrarla hem kendi dertlerini hem de kendi hayatının üzerine gidebilmelidir.