Röportaj/ Sinan KESKİN

Bu yıl, 15 Mayıs 1919'da işgal kuvvetlerine karşı direnişin fitilini ateşleyerek ilk kurşunu atan kurtuluş mücadelemizin sembol ismi Gazeteci Hasan Tahsin'in 100. ölüm yıldönümü. Ve ölümünün 100. yılında Hasan Tahsin ilk defa tiyatro sahnesinden kendi hikâyesini anlatacak.İzmirli oyuncu, yönetmen Özgürefe Özyeşilpınar, Yaşar Aksoy'un bu yıl içinde çıkan Hasan Tahsin Yürekler Selanik kitabından yola çıkarak tüm yönleriyle bu büyük vatanseveri anlattığı İlk Kurşun Hasan Tahsin oyununu 29 Ekim'de sanatseverlerle buluşturmaya hazırlanıyor.

Özgürefe Özyeşilpınar ile İlk Kurşun Hasan Tahsin oyunu, şehir tiyatrolarından neden atıldığını ve son dönemde GSF'de yaşanan gelişmeleri konuştuk.

Öncelikle İlk Kurşun Hasan Tahsin oyununu yazmaya ve sahnelemeye ne zaman karar verdiniz?

İlk Kurşun Hasan Tahsin adlı oyunu yazmaya niyetlenmem, çocukluğum elinde geçti diyebileceğim sevgili ağabeyim Yaşar Aksoy'un son kitabı Hasan Tahsin Yürekler Selanik vesilesiyle oldu. Bu proje okul yıllarımdan beri hayalimdi, ancak henüz zamanı gelmedi diye düşünüyordum. Yaşar ağabey ocak ayında Bebeklerin Ulusu Yok oyunumuzu izlemeye gelmişti. Oyun sonunda beni tebrik etmek isteyen Yaşar Ağabey kulise, 'sen Hasan Tahsin oynamalısın' diye girdi. Ben oyunu yazdığını sanıyordum, meğer kitaptan bahsediyormuş. Kitabı okudukça, 'evet, ben Hasan Tahsin oynamalıyım, zamanı gelmiş' dedim.

Size bu duyguyu hissettiren neydi?

Çünkü Hasan Tahsin özlediğimiz ve günümüzde görmeye pek aşina olmadığımız müthiş bir vatansever. Delilikle dahilik arasında ince bir çizgi vardır. Hasan Tahsin de o ince çizgide dolaşan adamlardan biri. Söz konusu vatan olduğunda deli tarafı ağır basıyor. İnanılmaz hümanist, paylaşımcı, dost ama vatana dair tek kelam olumsuz cümle duymaya tahammülü olmayacak denli de ciddi bir vatansever. Oyunu yazmaya başladığımda tüm bu duygusal durumun dışında şöyle bir gerçeklik de çıktı karşıma; O da fazlasıyla heyecanladırdı beni. 131 yıl önce doğmuş ve 31 yaşında şehit düşene kadar inanılmaz destansı bir hayat sürmüş bir vatanperver olan Hasan Tahsin'in yaşamış olduğu süreçte ülkemizin içinde olduğu durumun bugüne iz düşümlerine baktığımızda o kadar büyük paralellikler görüyorsunuz ki bunu anlatmamak, bu paralellikleri günümüz insanına aksettirmemek mümkün değil.

Peki 100 yıl önceki gibi Hasan Tahsin'ler var mı içimizde?

Atatürk ilkelerinin ne denli gerekli, ne denli anlamlı, ne denli öğrenilmesi ve yaşama uygulanması gerekliliğini içinde bulunduğumuz şu ortamda çok daha net görüyoruz. Ama ulusalcılık, milliyetçilik, cumhuriyetçilik kavramlarını kalkıp bir takım ideolojilerle bağdaştırıp yok saymaya çabalayan bir takım varoluşlar nedeniyle apolitik, pesimisit, vazgeçmiş bir kuşak oluşturulmaya çalışılıyor.

Başarmadılar mı?

Ben başaramadıklarına inanıyorum. Bunun en büyük göstergesi de Gezi olaylarıdır. Umudumuzu kestiğimiz noktada gençler Atatürk ve Cumhuriyet değerleri etrafında öyle bir birleştiler ki, şu anda da bence bunun bir devamını izliyoruz. Kaz Dağları'nda, Salda’da, Şirince'de, ODTÜ'de ve GSF'de yapılmaya çalışılanı çok net görüyoruz. İkinci bir Gezi yaratılma çabası var. Ama gençler o kadar sağduyulu ve bilinçli ki, böyle dolduruşlara gelip, o imkânı yaratmayacak kadar her şeyin farkındalar. Her sabah güne yeni bir talan haberiyle uyanır olduk. Çok anlamsız bir yere gidiyoruz. 20 sene önce bizlerin göremediğini şimdiki gençler görüyor. Ve dur demek için uğraşıyorlar. Dolayısıyla biz de onların yanındayız. Onlarla beraber bu talan kültürüne dur demek zorundayız. Bu 'dur' deyiş başlı başına bir Hasan Tahsin kuşağını beraberinde getiriyor. Bu minvalde de sanırım Hasan Tahsi'nin bedene gelip, 'ey halkım unutma beni, bak ben bunları yaşadım, bu şekilde yürüdüm, bu şekilde koştum ve bir canım vardı, aslolan vatandı, feda olsun demeyi seçtim. Hadi buyurun devam edin' diyebilmesi her biri bir Hasan Tahsin olan gençlere umut verecek, kendilerine güvenlerini pekiştirecek diye düşünüyorum.

Oyunun metnini yazmanız ne kadar sürdü?

Gece gündüz çalışarak 4 ayda tamamladım. Yaşar Ağabey'in kitabından yola çıktım, ana konuyu o kitaptan çizdim. Ama başka kitaplardan araştırmalar yaparak o dönem koşullarını ve ortamını da inceleyerek yazdım. Çünkü bunlar bugüne paralellik kuran noktalar. İzmir Gazeteciler Cemiyeti'nin 1970'li yıllarda yayınladığı Anıt Adam kitabından, Hasan İzzet Dinamo’nun Kutsal İsyan kitabından, Hasan Tahsin'nin Hukuk-i Beşer gazetesinden, bir takım tezlerden ve araştırmalarım neticesinde ulaştığım bütün kaynaklardan beslendim. Gerek yazım esnasında teknik olarak Gülsen Tuncer’den, gerekse yazım aşaması bittikten sonra tarihsel gerçeklik içerisinde her hangi bir yanlışa fırsat vermemek adına önemli tarihçi Ahmet Mehmetefendioğlu’ndan danışmanlık desteği aldım.

Tek perde mi?

Tek perde olsun diye başlamıştım ama karşımda öyle destansı bir hayat hikâyesi vardı ki tek perdeye sığması mümkün değildi. Dolayısıyla iki perde oldu.

Ne zaman izleyebileceğiz?

Yazım aşaması uzun sürmeyip, tek perdede bitseydi eğer 9 Eylül'de prömiyer yapmak istiyordum. Ancak biraz fazla ince eleyip sık dokumam nedeniyle, oyun 9 Eylül'e yetişse bile, müzikler yetişmeyecekti. O nedenle sıkıştırmaya gerek olmadığını düşünüp ilk oyun tarihi olarak 29 Ekim'de karar kıldık.

Prömiyer İzmir'de mi olacak?

Sanırım İstanbul'da olacak. Ama İzmir, İstanbul ve Ankara için, eğer mümkün olursa, büyük galalar yapmak niyetindeyim. Yine de, olmaz diye bir şey yok! Davetlere açığız, neden olmasın!

Prodüksiyon giderlerini siz mi karşılıyorsunuz? Sponsorunuz var mı?

Oyun tek kişilik olmasına rağmen prodüksiyon noktasında o kadar büyük bir bütçeyle karşı karşıyayım ki, daha kurulalı bir sene olmuş bir tiyatronun bu kadar büyük bütçeyi karşılayabilmesi mümkün değil. Kaldı ki İstanbul Şehir Tiyatroları'ndan atılıp işsizliğe mahkum edilmiş, davaları kazanmaktan yorulmuş ama itirazlar nedeniyle hala davaları süren bir adam olarak bu bütçeleri karşılayabilmem çok çok zor. Dolayısıyla iş özel sektöre, yani sermayeye düşüyor. Sponsor desteği arayışındayım. Eğer sponsor ya da sponsorlar bulabilirsem 29 Ekim'de seyirciyle buluşabileceğiz.

Şehir Tiyatroları'ndan neden atıldınız?

19 Aralık günü oyunda kese yerine kutu dediğim için. Oyundaki replik şuydu; 'çatlak patlak eve gidin, kasadan ipek kese içinde bin altın alın, buraya getirin'. Ancak tam da o günler 17 Aralık olaylarının patlak verdiği günlerdi. Her tarafta ayakkabı kutuları, kasalar, paralar uçuşuyordu. Ben de oyunda, 'çatlak patlak eve gidin, kasadaki kutudan bin altın alın buraya getirin' dedim. Arkasından iş kanununda yazılı prosedürlerin hiç biri uygulanmadan oynadığım bütün oyunlardan el etek çektirilip kapının önüne kondum.

Davayı kazandım demiştiniz. İşe iadeniz yapılmadı mı?

İşe iade davasını kazandım. Yargıtay ve istinaf mahkemesi süreçleri de lehime sonuçlandı. Önce, karar gelsin işe alacağız dediler. Yasal hakları olan 1 aylık sürenin son günü, 'işe almayacağız, tebligat gönderdik' dediler. Dolayısıyla işe iadem yapılmadı. Halen sürmekte olan davalarım var.

Tiyatro Nil ne zaman kuruldu?

Tiyatro Nil'i aslında 2006 yılının sonlarında kurmuştum. O dönem çok erkendi ve işler umduğum gibi gitmediği için kapattım. Şehir Tiyatroları'ndan atıldıktan sonra bir süre tiyatrodan uzak durmaya çalıştım. Sonra iki ayrı özel tiyatroda yeniden oynayıp yeniden nefes almaya başladım tabiri caizse. O süreçte Ataol Behramoğlu'nun şiirlerinden bir oyun yapmak isteğindeydim. Bu düşüncemi Ataol Ağabey’in de desteklemesi ile Tiyatro Nil’i tekrar hayata geçirdim ve sanırım ömrüm vefa ettikçe beraber çalışmak isteyeceğim Gamze Durmuş'la tanıştık ve birlikte açılış oyunumuz olan, Ataol Behramoğlu'nun şiirlerinden oyunlaştırdığım Bebeklerin Ulusu Yok adlı oyunumuzla Tiyatro Nil serüvenine başladık. Sanırım uzunca bir süre de bu serüvene devam edeceğiz.

Son olarak; DEÜ GSF mezunu olarak son yaşanan gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

GSF'nin durumu içler acısı. Akıl mantık almıyor. Sanat eğitimi insandan uzakta olmaz. Sanat insanla iç içe olması gereken bir varoluşken iken dağın başında yapılmasını nasıl isteyebiliyorlar. Kaldı ki bu kadar teknik altyapı yetersizliği ile yapılmasını nasıl öngörebiliyorlar. Eskilerin tabiriyle şayan-ı hayret diyorum. Alsancak'taki rektörlük binası üç aşağı beş yukarı GSF'yi barındıracak potansiyele sahip. Rektörlük Tınaztepe'ye, kendileri için yapılan binaya taşınsın GSF Alsancak'a gelsin. Burada MESELE BİNA DEĞİL EĞİTİM! Zamanında bizi Alsancak’tan yine depreme dayanaksız diye Narlıdere'ye göndermişlerdi ama sonradan başkalarının kullandığını da gördük o mekânı. Madem şu anki bina depreme dayanıksız; alındığı iddia edilen raporlar neden yayınlanmıyor, 9 Eylül Hastanesinin binası da aynı dönem hatta daha da önce yapıldı orası da boşaltılıyor mu, ayrıca bu binaları yapan müteahhit firmadan hesap sorulacak mı?