Röportaj / Sinan KESKİN

Uzun yıllar Avusturalya'nın Melbourne kentinde yaşayan İmre Gaffaroğulları, Türkiye'ye döndükten sonra farklı üniversitelerde dış ticaret mevzuatı, fiyatlandırma, teslim ve ödeme, dış ticaret yönetimi, girişimcilik becerileri, tüketici davranışları, ekonominin prensipleri, dış ticaret kambio mevzuatı, dış ticaret ingilizcesi, uluslararası sözleşmeler, İskoçya yüksek öğretim kurum ortak programında (SQA) İhracat uygulamaları, küresel ticaret, İskoç ticaret anlaşmaları dersleri verdi. 2009'dan bu yana İzmir Ticaret Odası Girişimcilik ve İnovasyon Birimi ve TÜBİTAK mentorluğu yapan İmre Gaffaroğulları, aynı zamanda uzun yıllar 3. Şahsın Sohberleri ismiyle hem Avusturalya'da hem Türkiye'de radyo programı yaptı. Gaffaroğlulları, Türkiye'ye döndükten sonra 3. Şahsın Sohbetleri'ni müzisyen arkadaşları Melike Erbey ve Ufuk Serindağ ile birlikte sahneye taşıdı.

Akademik kimliğinin yanı sıra renkli kişiliği ile de dikkat çeken İmre Gaffaroğulları ile, markalaşmayı, dış ticareti, e-ihracatı ve İzmir'in markalaşma konusunda avantajlarını konuştuk.

Bir ürünün üzerine marka yazmak markalaşmak mıdır?

Bir ürünün üzerine isim yazmak markalaşmak değildir. Markalaşmak için, özellikle uluslararası pazarda markayı tutundurmak için öncelikle o markanın bir değer olmasını sağlamak lazım. Bu da çok ciddi bir çalışma gerektiriyor. Bir başka bakış açısıyla, markanın oluşabilmesi için tüketici tarafından kabul görmesi lazım. Kendi ülkemizde bir marka değeri oluşturmak yurtdışında değer oluşturmaktan daha kolay gibi. Örneğin Türkiye'de geçmiş 50 yıllık hikayesi olan firmaların artık bir marka değeri oluyorlar ve katma bir değer olarak kabul ediliyorlar. Fakat aynı hikayeyi alıp yurtdışında, o pazarın dinamiklerini tam olarak bilmeden, olduğu gibi isim haline getirip satmaya kalktığınızda oradaki tüketicileri kendi altyapılarıyla, kültürleriyle dışlıyorsunuz.

Hangi pazarlar öncelikli hedeflerimiz olmalı?

Dış ticarette girilecek olan pazarın markayı ne kadar kabul edip etmeyeceği konusunda önceden iyi bir araştırma yapmak gerekiyor. Size çok yakın, aynı toplumsal dinamikleri olan pazarlarda daha başarılı olabilirsiniz. Biz sıklıkla şu yanlışı yapıyoruz. Rakip olarak kendi piyasamızdaki diğer firmalara bakıyoruz. Halbuki bizimle aynı işi yapan farklı ülkelerdeki firmalar bizim birinci derecede rakiplerimizdir ve onları mercek altına almamız gerekir. Onlar 3. ülke pazarlarına girerken ne yapmışlar, neleri değiştirmişler veya o pazara girerken ürün, tüketici alışkanlıkları, pazarda değer yaratma adına neler yapmışlar biz neleri yapmalıyıza bakmak lazım.

Ege İhracatçı Birlikleri geçtiğimiz günlerde e-ihracat konusunda bir adım attı. Sizce e-ihracat doğru bir karar mı? Nasıl değerlendiriyorsunuz?

E-ihracatın ortaya çıkmasının temel nedeni dünyada alıcı talebinin giderek kişiye özel hale gelmesidir. Uluslararası ticaret minimum miktarlarda sipariş, stok bulundurulmayan ürünler üzerinde dönmeye başladı. Bu küçülme kişinin kendi ihtiyaçları doğrultusunda siparişleri doğuruyor. Aynı zamanda gereksiz stok maliyetleri, pazarlama maliyetlerinin azaltılma çabaları, lojistik alanındaki gelişmeler (kısmi yüklemelerinin önem kazanması) ve tabiki inanılmaz iletişim hızı ister istemez bu alanı herkesin hayatında mecbur kıldı. O açıdan bakıldığında değişen ticaret koşullarına ayak uyduranlar, adapte olanlar ve hatta bunları fırsata çevirenlerin algoritmaları çalışır hale geldi ve zamanlama kavram olarak neden şimdi yerine, kaçıranların ardından bakacağı ve belli bir zaman kavramına bağlı kalmadan harekete geçenlerin devri olarak yerini aldı. Dijital çağın gereği bu. Hepimiz çok şey satmak istiyoruz. Ama çok şey satmak mı, katma değeri olan ürünü satmak mı noktasına bakmak lazım. Bunları gerçekleştirme noktasında etkili olacaksa çok doğru bir girişim.

İzmir'in markalaşmak için avantaj ve dezavantajları nedir?

Aslında İzmir bu konuda birçok yere göre öncü olabilecek bir noktada. Hep savunduğum noktalardan biri bölgemizdeki kobilerin doğru bir şekilde organize olamaması ciddi bir sorun olarak karşımızda. Bugüne kadar birçok kobiye eğitim verdim, birçoğuna da danışmanlık yaptım. Bu süreçte şunu gördüm; kobinin derdi günü kurtarmak. Türkiye genelinde aynı sıkıntı var. Ürünü markalaşmaya götürdüğünüz zaman kobinin karşısına şöyle engeller çıkıyor; her şeyden önce buna ayıracak ciddi bir bütçeleri yok. İşin içine bir de pazar araştırması, doğru kaynak kullanımı gibi şeyler girince işler karışıyor. Doğru insan kaynağı ve araştırma ekibi gibi olmazsa olmaz unsurlar ise maalesef hiç göz önünde bulundurulmuyor. Şartlar ne olursa olsun birinci derecede bunların ön plana çıkması lazım.

Yaklaşık 15 yıl İzmir'in iş düşümü gibi paralelindeki bir şehir olan Avustralya'nın Melbourne şehrinde yaşadım. Adamlar şehri çok iyi markalaştırmış vaziyette. Son 10 yıldır dünyanın belki de yaşanabilir en iyi şehirlerinden biri olmuştur. Evet gelir oranı doğru dağılmıştır vs. ama bire birde baktığınızda nüfus oranı, yerleşimi, hatta demografik göstergeleri ve benzer tipte etnik yapısı İzmir ile aynı. İzmir de yurt içinden ve dışından göç alıyor, Melbourne'da da birçok ülkeden gelen göç var. Bu göçü o kadar iyi içselleştirmişlerki, mesela mutfaklarını kullanmışlar. Bütün dünya mutfakları var. Gelen göçmenin getirdiği alt kültürü markalaştırmışlar. Tibet eşarbını marka yapmışlar. Fakat satarken Melbourne'den Tibet eşarbı diye satıyorlar.

İzmir havasıyla, suyuyla, yaşam tarzıyla, doğasıyla, tarihiyle bozulmamış nadir şehirlerimizden bir tanesi. Sağlık, doğa ve din turizmini markalaştırabiliriz. Havaalanımız, limanımız, demiryolumuz var. Dışarıdan gelecek insanın buraya ulaşamaması için bir neden yok. Her şeyi devletten beklemenin de bir anlamı yok. Bu şehrin birçok sivil toplum kuruluşu var. Ama kanımca hepsi, aynı kısır döngünün içinde. Çok açık söyleyeyim, 1980'den beri oyuncular değişti oyun hep aynı oyun olarak devam ediyor.

Uluslararası pazarda nasıl marka oluruz?

Çok klasik ürünler ve hizmetlere sahibiz ama biz o çok klasik olan şeyleri hala uluslararası pazarda markalaştıramadık. Dünyanın en önemli sofralık ve yağlık zeytin üreticilerinden biriyiz. Çok fazla ürün çeşidimiz (varyetemiz) var. Bu kadar fazla çeşitliliği olan bir başka ülke yok. Ama çok ilginç bir şekilde dünya sofralık zeytin rekoltesini ve fiyatlarını belirleyen Türkiye ya da İzmir değil, Marakeş. Ya da Avustralya'da dünyada tek Yunanista'nın kalamata kasabası ile aynı isme sahip kalamata zeytini marka ve isim iken, Güney Avustralya'da bu ürünü en az Yunanistan kadar iyi üreten üreticiler mevcut. Bu nasıl bir denge. Fransa zamanında Fas'a gelmiş kendi ihtiyaçlarına, isteklerine, damak tadına göre üretim yaptırmış, bu şekilde bir düzen kurmuş. Bizim bir şeyleri farklı şekilde yapmamız gerekiyor. Son yıllarda bunu iç piyasada görüyoruz. Zeytinyağı bir hayat tarzıdır şeklindeki bir hikaye niye uluslararası pazarda olmasın. Biraz bu taraflara bakmak lazım.

Bacasız sanayi

Mekatronik, robotik, yazılım mühendisliği bölümlerinden mezun belki yüzlerce genç var. Dünyada bugün çok büyük trendlerden biri mobil yazılımlar, robotik teknoljiler, nano teknolojiler, özellikle oyun yazılımları. Bu bacası tütmeyen bir fabrikadır. Bilgisayar başında yaptığınız programla dünyaya ulaşabilirsiniz. Bunun güzel örneklerini zaman zaman görüyoruz. İzmir'in bu konuda marka olabilme ihtimali yüksek.

Sanayi üniversite işbirliği

Bizde sanayi üniversite işbirliği sadece kariyer günlerinde, bir takım firmaların CEO'larının gelip, şunu şöyle yaptık, bunu böyle yaptık demesiyle geçiyor. Öğrencinin kaygısı da o yöneticilerin eline de bir CV tutuştursamdan ibaret.

Doğru ülkeye yönelmeliyiz

Fırsatın olduğu her yer bizim için pazar. Klasik anlamda bakarsak bizim pazarlarımız çok belli. En çok ticaret yaptığımız yakın coğrafyadaki ülkeler, Avrupa Birliği içinde ara mal ihtiyacı olan ülke ve sanayiler. Ama öyle bir çağda yaşıyoruz ki insanın insana her türlü ulaşma imkanının olduğu bir zamandayız. Özellikle hizmet anlamında bir takım şeylerin lanse edilmesi bence çok daha kolay. Önemli olan doğru stratejiyi bulmak. Çok zengin ülkeyle değil de doğru ülkeyle adım atmak lazım.

Ara elemana değer verilmeli

Meslek lisesi veya yüksek okulu mezunu gençlerin ara eleman olmak gibi bir istekleri yok. Ellerinde bir diploma var fakat işlerine yaramıyor. Yurtdışındaki örneklerine bakıyorsunuz, herkes yüksek lisans, doktora yapmıyor. Tam tersine meslek yüksekokulu dediğimiz okullarda yetişen elemanın öyle bir değeri ve kıymeti var ki ekonomik anlamda hayatını geçindirebilecek bir gelire sahip olduğu için aranan eleman oluyor. Bunu da bir dengeye sokmak lazım.