Prof.Dr. Cem Terzi: Kanserde sürekli bir mucize beklentisi yaratılıyor. Bir ilaç, bir aşı çıkacak bütün kanser türleri hallolacak, bir daha kimse kanser olmayacak gibi. Böyle bir şey yok. Kanser için asıl yapılması gereken bunun bir sosyo-ekonomik hastalık olduğunu kabul edip önleyici tedbirler almaktır.

Son 50 yılda havanın, suyun, toprağın, besinlerin, çalışma ortamlarımızın, fabrikaların ciddi bir biçimde toksik ve kanser yapıcı kimyasallar içerdiğini biliyoruz. İşçiler üretirken, vatandaşlar da tüketirken bunlara maruz kalıyor ve kanser önlenemez bir şekilde artış gösteriyor. Sanayileşmiş ülkelerde her 1 kişi için yılda 1 ton tehlikeli atık atıldığı hesaplanmış. Bu tehlikeli atıkları fosil yakıtlar, madencilik, nükleer sanayi ve petrokimya endüstrisi üretiyor. Örneğin, petrokimya alanında çalışan işçiler 12 farklı kanser yapıcı kimyasala maruz kalıyorlar. Tarım ilaçlarının uygunsuz, aşırı kullanımı da diğer bir tehlike.

Pudra, makyaj malzemeleri, diş macunu, saç yumuşatıcılar, kalıcı saç boyaları, temizlik malzemeleri, deterjan gibi sıradan tüketim ürünlerinde bile kanser yapıcı maddeler bulunduğunu söyleyen Prof. Dr. Cem Terzi, kanserle mücadelede köklü ve radikal önlemler alınması gerektiğini vurguluyor. Kanser yapıcı ürünler tamamen yasaklanmalı diyen Prof. Dr. Cem Terzi, “Çevre ile ilgili yasaların yeniden düzenlenmesi şart. Hükümetler çevre ve ekonomi politikalarını gözden geçirmek zorundalar. Ürünlerdeki, iş yerlerindeki, fabrikalardaki, içtiğimiz sudaki kimyasallar halka düzenli açıklanmalı” diyor.



Toplumsal olaylara duyarlılığı ile de tanınan ülkemizin başarılı genel cerrahlarından Prof. Dr. Cem Terzi ile çağımızın çözülemeyen sorunu kanseri ve geleceğin en önemli tehlikesi obeziteyi konuştuk.

Cem Bey, uzun yıllardır mücadele ediliyor olmasına rağmen kanserin hem görülme sıklığında hem de kansere bağlı ölüm oranlarında ciddi bir artış var. Kanserle mücadelede neden başarı sağlanamıyor?
Yer yüzünde yaşayan her 3 kişiden biri kanser oluyor. Her dört kişiden biri de kanserden ölüyor. Yıllar içinde kanser görülme sıklığına ve kanserden ölme oranlarına baktığımızda dramatik bir düzelme görmüyoruz. Bütün ülkeler kanserle savaş ilan etmiş durumda. Hatta 1971 yılında dönemin ABD başkanı Richard Nixon topluma bir söz verdi, '10 yıl içinde biz bu kanser meselesini çözeceğiz' dedi. John F. Kennedy de 1961'de bir söz vermişti, '10 yıl içinde aya ayak basacağız' demişti. Kennedy sözünü tuttu, uzay programı başladıktan 9 yıl sonra ilk astronot aya ayak bastı. Ama kanser meselesine baktımızda bugün 2018 ve maalesef çözümden çok çok uzağız.

Bunun sebebi nedir?
Yaşadığımız çevrenin kanser yapıcı kirliliği. Toksik maddelerin, zehirlerin, suların, havanın kirlenmesi, tarımda ilaç kullanımı, beslenmenin tamamen endüstriyel hale gelmesi, sanayileşmiş besinlerin içinde hemen her zaman koruyucu katkı maddelerinin olması ve o katkı maddelerinin kanserojen olması. Besinleri sanayi ürünü haline getirmek için işlerken geçirdikleri prosödürler ve bunların kanser yapıcı etkileri. Bütün bunlar bu hastalıkla gerçek anlamda bir savaşın olmadığı gösteriyor. Bu savaş aslında kaybedilmiş durumda. Genom projesiyle insan DNA'sının çözülmesi ve kansere ait genetik yatkınlıkların tek tek ortaya konması moleküler düzeyde mekanizmanın nasıl oluştuğuna dair pek çok bilgi üretti. Bu bilgilere dayanarak yeni ilaçlar üretilmeye çalışılıyor. Ama bir hastalığı önlemek yerine hasta bireyin üzerinde ilaçlar keşfederek ya da başka teknolojiler kullanarak tedavi etmeye çalışmak kanserle savaş olmuyor.

Peki kanser sorununu nasıl çözeceğiz? Ya da kanser çözülebilecek bir sorun mudur?
Kanser aslında bir sosyo-ekonomik problemdir. Bunun çözümünü bireye hapsettiğinizde, tek bir kişinin sorunuymuş gibi yaklaştığınızda ve onu çözmeye çalıştığınızda kansere çözüm üretmiş olmuyorsunuz. Kanserin bir sosyo-ekonomik mesele olduğunu kabul ederek bu doğrultuda çözüm üretilmelidir. Kanserde sürekli bir mucize beklentisi yaratılıyor. Bir ilaç, bir aşı çıkacak bütün kanser türleri hallolacak, bir daha kimse kanser olmayacak gibi. Böyle bir şey yok. Kanser için asıl yapılması gereken devletlerin, sağlık otoritelerinin bunun bir sosyo-ekonomik hastalık olduğunu kabul edip önleyici tedbirler alması. Bu da beslenmeden başlayıp hava ve su kirliliğini, tarımda ilaç kullanımını, endüstriyel gıda üretimini içeren çok güçlü kontrol mekanizmalarının kurulması ile mümkün olur.

Bu çok köklü bir sistem değişimi gerektiriyor. Toplumlar ya da devletler bunu yapabilirler mi?
Buna bir yerden başlamazsanız bu hastalığın önünü alamazsınız. Önümüzde net istatistikler var ve bu oranlar değişmiyor. Bazı kanser türlerinde etkili ilaçlarla azalmalar sağlanabiliyor ama onun yerine başka bir kanser artıyor. Nasıl ki akciğer kanserinin yüzde 80'ine sebep olan tütün kullanımı ile mücadele ediliyorsa bu mücadelenin bütün kanserojen maddeler için yapılması gerekiyor. Kanser sadece tütün ile olmuyor. Havadaki kirlilik, içtiğimiz su, ilaçlı tarım ürünleri, bu ürünleri toplayan köylüler, bunları fabrikada işleyen işçiler, sonra da bu ürünleri tüketen bizler tonlarca kanserojen maddeye maruz kalıyoruz. Buna el atmadıkça kanserin önlenmesine imkan yok.



Cem Bey, çağımızda özellikle gelişmiş ülkelerin en büyük sağlık sorunlarından biri de obezite. Obezitenin sonu nereye varır?
Bu sorun 20. Yüzyılın ikinci yarısında ve 21. Yüzyılın ilk on yıllarında, beslenme normlarında ve yeme alışkanlıklarındaki çok büyük değişiklikler ile ortaya çıktı.

Bu konuyu biraz açmak istiyorum. Neden obez oluyoruz? Bu bilinçli bir politika mı?
Çocuklara dönük reklamı yapılan gıdaların çoğunluğu yüksek derecede işlem görmüşlerdir, büyük miktarlarda yağ ve/veya (özellikle) şeker içerirler. Yüksek derecede işlem görmüş gıdalar, yalnızca şeker gibi ‘gizli’ yüksek kalorili bileşenleri barındırmaları yüzünden değil, aynı zamanda, tokluk ve doyum duygusuna ancak önemli miktarda bir enerji alımından sonra ulaşılabilmesi anlamına gelen lif ve mikrobesin içeriğinin azaltılması eğilimi nedeniyle obeziteye katkıda bulunurlar. Şekerler, (yüksek fruktozlu mısır şurubu gibi rafine karbonhidratlar da dahil), gıdalara yalnızca lezzet arttırıcı olarak değil aynı zamanda koruyucu, kıvam ve hacim arttırıcı katkı maddeleri olarak da eklenmektedir ve sanayileşmiş, yüksek derecede işlem görmüş gıdaların, hatta genel olarak ‘şeker’ olarak görülmeyenlerin bile önemli bir bileşenidirler. Beslenme düzenimiz, giderek artan oranda burgerler, dondurulmuş pizza ve diğer ‘hazır’ gıdalar, bisküviler, şekerlemeler, şekerli içecekler, cips ve diğer atıştırmalık gıdalara dayanmaktadır. Bunlar, tüketici açısından genellikle çekicidirler, çünkü, çok lezzetlidirler, en az pişirme bilgisini gerektirirler, çabuk hazırlanabilirler ve uzun raf ömürleri vardır. Agresif pazarlamayla bir araya geldiklerinde, sanayileştirilmiş gıdaların beslenme düzenlerimizde baskın olması her zamankinden daha zor bir halk sağlığı sorunu oluşturmuş durumdadır. Genellikle yemek için seçtiğimiz gıdaların, lif ve mikrobesinleri yok edecek biçimde çok fazla işlenmiş olması büyük sorundur. Modern gıdaların çoğu bir biçimde işlenmiştir.

Obeziteyi arttıran etmenler nelerdir?
Obezitenin artmasında rol oynayan ve büyük ölçekli şirketlerce ticareti yapılan diğer ürünler, gazlı içecekler ve atıştırmalık gıdalardır. Bununla birlikte, bu gıdaların, 21. Yüzyılın gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomilerinde çok büyük miktarlarda üretilmesi ve satılması, sanayi devriminin kendisinin değil, daha çok, ambalajlamadaki son yeniliklerin bir sonucudur. Örneğin, şimdilerde süpermarket raflarımızda yaygın olarak bulunan, gazlı içeceklerin konulduğu iki litrelik plastik şişeler 1970’lere kadar geliştirilmemiş ve patentlenmemişti, mısırın, pizzanın ve kızartmaların hızlı ama taze taze pişirilmesini olanaklı kılan, mikrodalga fırında kullanılabilir karton ambalajlar 1980’lerin ortasına kadar pazarda satışa sunulmamıştı.

Peki obezite ile nasıl mücadele edeceğiz?
Türkiye bu korkunç dönüşüme mecbur değildir. Türkiye, erken dönem tarımına dayanan kökleriyle, sağlıklı bir taze meyve ve sebze yelpazesinin yanı sıra yoğurt, kuzu, balık, bulgur, ekmek, nohut, fasulye ve diğer bakliyatı içeren geleneksel Türk beslenme düzeni çeşitli ve besleyicidir ve ağırlıklı olarak Türkiye’nin kendi içinden doğmuştur. Tüketicilerin ve politika üretenlerin, küçük bağımsız perakendecileri ve pazarları desteklemeyi ve aşırı işlem görmüş gıdaların egemenliğine karşı direnmeyi de kapsayacak biçimde, Türkiye’nin geleneksel beslenme çeşitliliğini ve zengin kültürel yiyecek mirasını korumak için ellerinden geleni yapması gerekir. Sanayileşmiş gıdalara yüksek vergi konulması ve agresif reklamların yasaklanması halk sağlığı politikası olarak benimsenmelidir.


Kalıtsal olarak geçen kanserin kendisi değil kansere yatkınlıktır


Kalıtsal olan kanserin kendisi değil, anne ve babalardan aktarılan aslında kansere yatkınlık. Zaten doğrudan kanser aktarılacak olsa o çocuğun doğması mümkün değil. Daha çok tümör baskılayıcı genlerle ilgili bir durum bu. Birtakım eksikliklerin, mutasyonların bu şekilde bir sonraki kuşağa aktarılmasıyla o kişileri belli bir yaşa kadar kanser olma riski tümör baskılayıcı genlerin etkisine maruz kalmadıkları için artıyor.Yatkınlıkla alakalı genetik geçişin kansere etkisi de yüzde 5 civarında yani çok az. Dolayısıyla yüzde 95'i çevresel nedenlerle oluyor. Bu da aslında kanserin önlenebilir bir hastalık olduğunu gösteriyor.

En çok işçilerde görülüyor


Bu konuyla ilgilenen çok bilim adamı yok. Ama yapılan az sayıdaki araştırma kanserin daha çok işçi sınıfında görüldüğünü gösteriyor. Bunun da iki nedeni var. Birincisi bu insanlar fabrikalarda çalıştıkları ortamlarda daha çok toksik kimyasal maddeye maruz kalıyorlar. İkincisi de toplumun yoksul kesimi olduğu için sağlık hizmetlerine erişimlerinde her zaman gecikme ve güçlük oluyor.



Cem Terzi kimdir?


1962’de Ankara’da doğdu. 1984 yılında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirdi. 1992 yılında Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde genel cerrahi uzmanı oldu. İngiltere’de Southampton Tıp Fakültesi Hastanesi’nde 2 yıl araştırmacı ve cerrahi uzmanı olarak çalıştı. Dr. Terzi 1997’de İngiltere’de hekimlik yapma hakkı veren belgeyi (General Medical Council full registration in the United Kingdom) aldı. Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde 1999’da yardımcı doçent, 2000’de doçent ve 2005 yılında profesör oldu. Ağustos 2017 tarihine kadar Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı’nda çalıştı. 2017’de emekli oldu ve serbest hekimlik yapmaya başladı.