TÜRK-İŞ Genel Başkanı Ergün Atalay’ın İzmir Gazeteciler Cemiyeti Gazetesi 9 Eylül’ün 1 Mayıs özel eki için Cemiyet Başkanı Misket Dikmen’in sorularına cevap verdi.

Ne olacak bu memleketin hali?

Günlük sohbetlerin vazgeçilmez bir sorusuyla başladınız. Aslında ülkedeki meselelere kafa yoran, gelişmeleri takip eden duyarlı vatandaşlarımız memleketin durumunu merak eder. Memleketin hali, nerede durduğunuza bağlı olarak değişir. En doğru kararı her zaman halk verir. Halka güvenilmesi gerekir. Dertlerin çözüme kavuşmasında doğru adres milli iradedir. Gelişmelere baktığımızda bu memleketin harcının sağlam karıldığını görüyoruz. Ülke olarak, millet olarak geçmişten bu yana birçok badireler atlattık. Ekonomi krizlerden siyasal istikrarsızlığa, askeri darbelerden kalkışmalara, terör saldırılarına kadar gelişmeleri hep birlikte yaşadık. Aramızda ayrışmalar çatışmalar çıkarmaya çalışanlara inat, bir arada yaşıyoruz. Bundan sonra da böyle olacak. Aklıselim hareket ederek, aklımızı duygularımızın önüne koyarak meselelerin üstesinden geliriz. Bu konuda hiç kimsenin şüphesi olmasın. Kimse umutsuzluğa kapılmasın.

Hayatını sendikacılığa adamış biri olarak ülkenin en büyük işçi örgütünün başkanı olarak “Yeniden örgütlü bir toplum için ne yapılmalı” sorusuna neler söylersiniz?

Yeniden örgütlenme için, örgütlü topluma karşı kamuoyunda mevcut olumsuz durumun öncelikle aşılması gerekiyor. Hepimiz biliyoruz ki, demokratik toplum her şeyden önce örgütlüdür. Herkes sorunlarını ve çözüm yollarını bir araya gelerek gündeme getirmek hakkını serbestçe kullanabilmelidir. Demokrasi tüm kurum ve kurallarıyla sağlıklı olarak işlemelidir. Evrensel hukuk ilkelerinin geçerli olacağı bir ortamın sağlanması örgütlenebilmenin de şartıdır. Kuşkusuz basın özgürlüğünün de bu kapsamda vazgeçilmez önemi bulunmaktadır. Sendikal örgütlenmeye mesafeli bakan, çeşitli nedenlerle uzak kalan çalışanları kapsayacak çalışmaları yapmak gerekiyor. Tabi burada sendikacılar olarak bizlerin de yapması gereken görevler var. Öncelikle biz üzerimize düşen görevi yerine getirmeliyiz. TÜRK-İŞ olarak sendikal örgütlenmeyi geliştirmek için kapsamlı çalışmalar yürütüyoruz. Sendika yöneticisi ve uzmanları ile akademisyenler ve hukukçularla bir yol haritası belirledik. Bunu adım adım gerçekleştirmeye çalışıyoruz.



TÜRK-İŞ Yönetim Kurulu olarak bir açıklamanız var.

“Sendikal örgütlenme özgürlüğünü zedeleyen, ortadan kaldıran baskıların sona erdirilmesi ve uygun ortamın sağlanması için gerekli sorumluluğun yerine getirilmesini ısrarla talep ediyoruz” diyorsunuz.

Bu talebinizin gerçekleşmesi için nasıl bir yol izleyeceksiniz?

Bu ifademin arkasındayım. Memleketimizin en büyük sıkıntılarından birisi de, bir gücün arkasına sığınarak iş yapma alışkanlığıdır. Bunu sendikal alanda da görüyoruz. “Benim partime yakın sendika, benim dünya görüşüme yakın sendikacı” anlayışıyla uluslararası seviyede bir sendikacılık faaliyeti olmaz. Hep söyledim: İşçinin sendikası olur. Siyasal partinin, hükümetin, işverenin, belediye başkanının sendikası olmaz. Eğer olursa zaten sendika değildir. İşçinin özgür iradesiyle seçtiği sendikaya saygı duyulması çok önemlidir. Demokrasinin gereğidir.
Konfederasyonumuza son dönemde gelen şikâyetlerin büyük bölümü sendikal baskılarla ilgilidir. Söylenen “şu iş yerinde şu sendikaya üye olmamız için bize baskı yapıyorlar” şeklindedir.
Oysa hepimizin bildiği gibi sendikal örgütlenme anayasal bir hak. Bu hakkın kullanımına yönelik baskılar demokratik yapıyı da zedeliyor. Sendikal örgütlenme içinde olan işçilerin işten çıkarılması da önemli bir sorun olmaya devam ediyor.
Vurguladığınız talebimizin gerçekleşmesi ancak kapsamlı bir bakış açısıyla mümkün olacaktır. Sendikacılığın “bir kazanç kapısı ve bürokratik ilişkileri geliştirme vasıtası” olmadığı, bir hak arama ve geliştirme olduğu anlayışını herkes benimsemelidir.

13 Nisan Cuma günü Etimesgut Şeker Fabrikası’nda yaptığınız bir konuşmada net bir şekilde “Şeker vatandır, vatan satılmaz. Herkes aklını başına alsın. Şeker Lobisine prim vermiş olursunuz” dediniz. Daha sonra da bu konuda toplanan 1 milyon 690 bin imzayı Başbakan’a teslim ettiniz.

Nasıl bir sonuç bekliyorsunuz?

Şeker-İş Sendikamızın başlattığı imza kampanyasında toplanan imzalar 27 Mart 2018 günü Konfederasyonumuzda yapılan basın toplantısı ile kamuoyuna açıklanmıştır. 16 çuval içerisinde 125 klasörde 1 milyon 690 bin imza toplanmıştır. Toplanan imzalardan 7 397 tanesi bir klasör içinde 31 Mart 2018 günü İzmir’de Sayın Başbakana tarafımdan sunulmuş ve şeker fabrikalarının özelleştirmesi konusundaki düşüncemiz aktarılmıştır.
Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) sosyal ve ekonomik ihtiyaçlar nedeniyle ülkemizde kurulmuş ve geliştirilmişlerdir. Özelleştirmenin çözüm olmadığı şimdiye kadar ortaya uygulama sonuçlarıyla görülmüştür. Şeker sanayiinin ülke ekonomisine, tarımsal üretime, istihdama ve sosyal hayata katkısı dikkate alınarak Türk Şeker fabrikaları özelleştirme kapsamından çıkarılması gerektiğini rapor olarak sunduk, görüşümüzü ifade ettik.
Yabancı tekellerin yürüttüğü lobi faaliyetleri nedeniyle iç pazarın, nişasta bazlı şekerler ve yüksek yoğunlukta tatlandırıcılar hakimiyetine geçmesine fırsat verilmemelidir. Biz özelleştirme değil, fabrikaların çalışmasını, üretimin devam etmesini istiyoruz.
Şeker Fabrikalarının, üretici, çalışan ve kamunun yer aldığı bir yapılanma modeli içerisinde teknolojik yönden güçlendirilmesi, insan kaynağı açısından takviye edilmesi, destek ve teşvikler konusunda sektöre -dünyada olduğu gibi- özel önem verilmesi gerekmektedir. Görüşlerimizin dikkate alınmasını bekliyoruz. Aksine bir davranışın seçimlerde tercihleri etkilemesini bekliyoruz.



1 Mayıs’ı bu yıl Hatay’da kutlama kararı aldınız. Neden Hatay?

Ortadoğu coğrafyasında son otuz yıldır sürekli bir huzursuzluk egemen. Bunun sebebi, güç odaklarının bölge üzerindeki kaynaklara el koyma hevesi. Bu durum son dönemlerde güney sınırının hemen ötesinde silahlı faaliyetlerin artışına ve ülkemize yönelik bir riske dönüşmeye başladı. İşçiler olarak ülkemizin varlığının her şeyden önce geldiğini vurgulamak ve bu güç odaklarının kışkırtmasıyla yoğunlaşan faaliyetlere karşı yürütülen meşru savunma faaliyetlerine destek vermek amacıyla Hatay’da toplandığımızı ifade edebilirim.
Tabi diğer bir önemli neden de, Hatay’ın ülkemizin farklılıkları uyum içinde barındıran özel durumudur. İşçiler olarak bizlerin hak ve menfaatleri ortaktır. Ama bunun böyle kabullenilmesinden hoşnut olmayanlar var. Aramıza nifak sokmak için her türlü imkanı kullanıyorlar. Hatay’da var olan atmosferin tüm ülkemize yayılmasını istedik. Farklılıkların aslında ayrışmayı değil uyum içinde birleşmeyi sağladığını hepimiz görmeliyiz. Bu düşünce bizim 1 Mayıs’ı merkezi olarak Hatay’da kutlamamızın gerekçesi oldu.

Türkiye İşçi Sınıfının sendikalaşma hikâyesinde 12 Eylül öncesi, 70’li yıllar sendikacılığın şahikasına ulaştığı yıllar. 1989 ve 1990’ların başları Bahar Mevsimi; emek örgütlerinin birleşmesiyle Emek Platformu’nun kurulduğu çok etkili ortak eylemlerin gerçekleştiği, somut sonuçların alındığı yıllar. Sonrasında platformun dağılması, birlik dağılınca da işçi hareketlerinde ciddi bir yavaşlama süreci…

Bundan sonrası için böyle bir birliktelik oluşturulabilir mi?

Ülkenin birlik ve beraberliği var olduğu sürece her şey mümkündür. En büyük sorunumuz, yapay farklılıklar üzerinden emekçiler arasında ortaya çıkan ayrılıklar. Dikkatinizi çekmek isterim. Hem dünyanın farklı ülkelerine hem de yurdumuza baktığınızda, işverenlerin kendi çıkarları açısından yekpare bir duruş sergilediklerini görürsünüz. En azından dışarıya verilen mesajları bu şekildedir. Diğer yandan işçi örgütleri çoğunlukla dağınık bir görünüm sergileyerek, enerjilerini birbirleriyle rekabete harcarlar. Emek örgütlerinin de yapması gereken, kendi hak ve menfaatleri açısından yekpare bir duruş sergilemeleridir. İşçiler aileleriyle birlikte bu toplumun yarıdan fazlasıdır. Emek Platformu bu açıdan önemli bir girişimdi, fakat birtakım gelişmelerin etkisiyle kısa sürede etkinliğini yitirdi. Emek örgütleri aralarındaki suni ayrımların kendilerine verdiği zararları iyi kavradıkları anda yeniden bir araya gelebilmeleri mümkündür. TÜRK-İş olarak her zaman sağduyunun sesi olmaya gayret ettik, birleştirici olmak için çaba gösterdik. Demek ki daha fazla çalışma yapmamız gerekiyor.



Sözünü ettiğimiz yıllarda siz de sendikacı kimliğinizle eylemlerin içindeydiniz. O günleri özlüyor musunuz?

Emekçilerin sözünü ettiğim yapay ayrılıkları kenara bırakarak kendi hak ve çıkarları için bir araya gelip mücadele ettiği ve başarı kazandığı bir dönemi “özlemiyorum” diyecek bir sendikacı bulamazsınız sanırım.

Bildiğimiz kadarıyla bugün sigortalı çalışan işçilerin sadece yüzde 11’i sendikalı. Kayıt dışı ekonomiyi de kattığımızda bu oran yüzde 6-7’ye düşüyor. Ama 12 Eylül’den önce 1970’li yıllarda sendikal hareket çok güçlü ve bu oran yüzde 65 düzeyinde. Yani yarıdan fazla.

Bu büyük düşüşün nasıl bir sosyolojik temele işaret ettiğini düşünüyorsunuz. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Bu çok kapsamlı, uzun uzun her yönüyle ele alınması gereken bir soru. Bu konular üniversite bünyesinde de akademik olarak tartışılıyor, çeşitli yönleriyle değerlendiriliyor. Hatırladığım kadarıyla, çalışmalarına katıldığımız ve destek verdiğimiz Çalışma Ekonomisi Kongrelerinden birisi de bu temayla yapıldı.
Kısaca birkaç noktaya temas ederek bu sorunuzu cevaplandırmaya çalışacağım:
I- 1960’lar-1970’ler tüm dünyada sendikal hareketin güç kazandığı bir dönem. Bunun Türkiye’ye de yansıması olumlu oluyor. Uygulanan ekonomik politikalar refahın paylaşılmasına imkan veriyor. “Dış piyasa için üretim yapılacak, ücretler baskılanacak” baskısı henüz ağırlığını göstermiyor.
2- Ardından 24 Ocak 1980’le başlayıp 12 Eylül 1980’le devam eden bir dönem başlıyor. Türkiye ekonomisi dışa açılıyor ve küresel sermayenin kurumları etkili oluyor. Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası gibi kurumların çizdiği politikalar geçerli oluyor. Rekabetçilik adına özelleştirmenin, sendikasızlaştırmanın, kuralsızlığın yaygınlaştığı dönemden söz ediyorum. İşverenin “asgari maliyet azami kar” yaklaşımında emek maliyetini düşürdüğü, geçim şartlarının ağırlaştığı dönemi hep birlikte yaşadık. Zaten 12 Eylül’ün sendikalar üzerinde kurduğu baskı bu nedenle yoğunlaşıyor. Başta anayasa olmak üzere tüm çalışma yasaları değişiyor ve bu baskı günümüze kadar geliyor. Zaman içinde dünyanın farklı ülkelerinde olduğu gibi ülkemizde de sendikal örgütlenme zayıflıyor. G20 Zirvelerinde biz de emek kesimi olarak görüşlerimizi ifade edip bu olumsuz yapıyı değiştirmenin çalışmasını yapıyoruz. Sorun çok boyutlu ve uzun vadeli bir çalışmayı gerekli kılıyor.
3- Diğer bir neden de kayıtlarla ilgili. Hatırladığım kadarıyla 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu öncesinde sendikalı işçi sayıları hesaplanırken temel alınan verilerin, mevcut kayıtların gerçeği yansıtmadığına yönelik yoğun tartışmalar yaşanıyordu. Anılan Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra ise sendikalı işçi kayıtlarında aktif sigortalıların kayıtları esas alınmaya başlandı.
Belki daha ayrıntılı şeyler de söylenebilir ama kısaca sorunuza ilişkin bunları diyebilirim.

Türkiye’de sigortalıların yüzde 65’ten fazlası 2 bin liradan daha düşük bir gelire sahip. Buna sendikalılar da dahil. TÜİK verileri de bunu doğruluyor. Bu gelir Türk-İş’in de açıkladığı gibi bırakın yoksulluğu açlık sınırının altında. Böylesi bir adaletsiz bölüşme milli gelirin paylaşımı açısından hiçbir ülkede yok.

Bundan sonra ne olacak? Türk-İş’in bu konuda Türkiye’nin en büyüğü olarak geleceğe dair çabaları neler? Projeleri var mı?

TÜRK-İŞ 66 yıldır bu ülkede işçi hareketinin lokomotifidir. Çalışanların hak ve menfaatlerini korumak noktasında liderlik yapmış, ülkenin ekonomik ve sosyal dönüşümüne ivme kazandırmıştır. Çalışma hayatına önemli katkıda bulunmuştur.
Ülkede yaşanan ekonomik ve politik koşullar çalışma hayatını hep zorlamıştır. Konfederasyonumuzun izleyeceği yol haritası genel kurulda alınan kararlarla belirlenmektedir. En üst karar organımız olan genel kurulda alınan kararların hayata geçirilmesi, hep birlikte daha iyi çalışma ve yaşama koşullarının sağlanması faaliyetlerimizin temelini oluşturmaktadır.
Çalışma hayatını ilgilendiren ekonomik, sosyal ve hukuksal alanları kapsayan öneriler hazırlanan eylem planı çerçevesinde uygulanmaktadır. Demokratikleşmeden örgütlenmeye, insandan yana ekonomik ve sosyal politikalardan istihdamın artırılmasına, sosyal devlet anlayışının yerleşmesine, sosyal güvenlik politikalarına, işçi sağlığı ve güvenliğine, dış politika ve Avrupa Birliği sürecine, eğitim ve teşkilatlanma politikalarına kadar çok geniş bir alanda bütüncül bir bakış açısı söz konusudur. Konfederasyonumuzun bütün çalışmaları gözden geçirilerek yenilenen “24 İlke” çerçevesinde sürdürülmektedir.