Röportaj/ Gökçe ADAR ÇUBUKÇIOĞLU/ Levent ARIÖZ
Mustafa Kemal Atatürk... Türk milletinin ilk lideri, gururu, babası... 10 Kasım 1938 yılında hayatını kaybettiğinde Türk milleti yasa boğuldu, adeta Ata'sının ölümüyle birlikte bitkisel hayata girdi. O yıldan sonra ise geriye sadece devrimleri, ilkeleri, kanunları kaldı... Çağdaş, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nde, dersler adıyla başladı, nesiller onun izinde büyütüldü... Bu neslin son temsilcilerinden 97 yaşındaki Feriha Yazıcı, 93 yaşındaki Hanri Benazus, 95 yaşındaki Burhanettin Cevrem; Atatürk'ü görebilen, tanıyabilen, Cumhuriyetin ilk yıllarına tanıklık eden yegane insanlardan... Hepsi Mustafa Kemal Atatürk'ü gördüğü o anları asla unutmuyor... Hatta anlatırken o anları adeta yeniden yaşıyor... Kimi Atatürk'ü gördüğü o fırını kazımış hafızasına kimi ise onu ilk gördüğü tren vagonunu... Her biri, son nefesine kadar Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün izinden gitmeye and içmiş....
97 yaşındaki Feriha teyze, İzmir Damlacık'ta küçücük bir evde yaşıyor. Bir kızı bir oğlu var... Kızı ve oğlu Feriha teyzenin adeta her şeyi... Kızı Naime, annesinin öz bakımını üstlenmiş, ona deyim yerindeyse bebek gibi bakıyor. Oğlu Naim ise annesinin hastane, ilaç işlerini hallediyor. Feriha teyze, İran kökenli bir ailenin kızı. İstanbul Kasımpaşa doğumlu... Kameraman arkadaşım Mustafa Cem Özer ve ben Feriha teyzeyi ilk gördüğümüz anda inanılmaz şaşırıyoruz…Yaşına rağmen o kadar hareketli ki, hareketinden geçtiğimiz günlerde düşüp kolunu kırdığını öğreniyoruz.. Nüfusta yaşı 93 ama bize sorarsanız ruhu en az yarı yaşı kadar... Bembeyaz saçları, krem rengi yeleğiyle geçiyor kamera karşısına, gözleri dolu dolu... 'Kusura bakma kızım, Atatürk'ü gördüğüm o anı hatırlayıverdim, birden heyecanlandım' diyor. Sonrasında sakinleştiriyorum Feriha teyzeyi.. Yıllar yıllar öncesine gidiyor, taaa 7-8 yaşlarına dönüyor. Atatürk'ü gördüğü o anı şöyle anlatıyor: “Babam İranlı'ydı. İran Şahı'nın Mustafa Kemal Atatürk'ü ziyaret edeceğini öğrendik. Babama, Atatürk'ü görmek istediğimi söyledim. Babam, 'Hadi kızım seni de götüreyim' dedi. Babamla birlikte Galata Köprüsü'ne gittik. Köprüye çıktığımızda, benim durduğum yerin tam karşısında Atatürk, arabasının içerisinde oturuyordu. Arabanın sağında İran Şahı solunda ise Mustafa Kemal Atatürk vardı. Gözlerimi onun o masmavi gözlerine diktim. O anı, asla unutamadım. O dakikadan itibaren ona resmen tapıyorum.”



'ADIYLA GÖZLERİMİ YUMMAK İSTERİM'
Feriha teyzenin kelimeler, deyim yerindeyse boğazında düğümleniyor... Yanakları kıpkırmızı oluyor, gözlerini halının tam ortasına sabitliyor, o anları yeniden yaşıyor... Feriha teyze, şöyle devam ediyor: “1938 yılında, ablamın oğlundan Atamızın ölüm haberini aldım. O an işte ben de öldüm. Onun gibi biri asla tekrar gelmeyecek. Onu gördüğüm andan itibaren, herkese anlatmaya başladım. 'Atatürk'ü gördüm' diye haykırmaya başladım. Çocuklarım da zaten her gördüğü kişiye 'Annem Atatürk'ü gördü' diye anlatıyor. Çocuklarımı onun ilke ve devrimlerini anlatarak büyüttüm. Allahıma çok şükür, onunla göz göze gelme şansına kavuştum. Son nefesimde onun adını teleffuz ederek gözlerimi yummak isterim.”



'İNÖNÜ'NÜN ELİNİ ÖPTÜM'
Feriha teyze, göz yaşlarına hakim olamıyor, burnunu çeke çeke devam etmek istiyor ancak kelimeler boğazında düğümleniyor... Capcanlı, hareketli Feriha teyze birden yok oluyor, uzaklara dalan bir kişi geliveriyor karşımıza... Kısa bir sessizlik oluyor... Feriha teyze; İsmet İnönü'yü de gördüğünü söylüyor. O anları da şu ifadelerle anlatıyor: “20 yaşında evlenip, İzmir'e gelmiştim. Yanlış hatırlamıyorsan 35 yaşındaydım. Eşim askerdeydi. İsmet İnönü'nün İzmir'e geleceğini öğrendik, eşimle birlikte onu karşılamaya gittim. Karşılamaya gittiğimde, elini uzattı, öptüm, onu da tıpkı Atatürk gibi asla unutamam.”
Feriha teyze, cümlesini bitiriyor. Kızı Naime araya giriyor... 'Annemin tansiyonu var. Heyecanlandı' diyor. 'Çok yorduk Feriha teyzeyi' diyorum… Cem kamerayı kapatıyor. Feriha teyzenin kızı Naime abla çay koyuyor, sıcacık çayımızı içiyoruz... Feriha teyzenin elini öpüp, Cem'le mis gibi çay kokan o küçücük evden çıkıyoruz. Feriha teyze odasının penceresinden el sallıyor. Arkamızdan da bağırıyor: 'Kızım gazeteyi bana getirmeyi unutma emi?' Cem'e dönüp, 'Ne tatlı kadın değil mi? Acaba biz nasıl olacağız o yaşta?' diyorum. Cem ise sanırım o anlarımı hayal etti ki kahkaha atıp, 'Eee onlar eski toprak' diye cevap veriyor. Gülüşerek, istikametimizi Damlacık'tan Alsancak'a çeviriyoruz. Bu kez yanımıza Cem'e yardımcı olması için stajyerimiz Utku'yu da alıyoruz.

ATATÜRK SEVDALISI
Atatürk sevdalısı, 93 yaşındaki Hanri Benazus'un evine gidiyoruz. Hanri beyin evine söylediğimiz saatten daha önce varıyoruz. Hanri bey, dairesinin kapısını süveterini çekiştirerek açıyor. 'Kusura bakmayın çocuklar, erken geldiniz, üzerimi değiştiyordum' diyor. İçeri giriyoruz, geniş bir salon bizi karşılıyor. Salonun her tarafında; kitaplar, gazeteler, ödüller, plaketler... Buram buram tarih kokuyor... Bir süredir sağlık sorunları olduğu için Hanri beye sağlık durumunu soruyorum. 'İyi olmaya çalışıyorum' diye karşılık veriyor... Cem kamerayı ayarlıyor, Utku da Hanri beyin mikrofonunu takıyor... Kamera açılıyor ve Hanri Benazus başlıyor Atatürk’ü anlatmaya: “9 Ekim 1937 yılıydı. Aydın Ortaklar'da babam incir kooperatifinde katiplik yapıyordu. Nazilli'de bir basma fabrikası vardı. Atatürk'ün fabrikanın açılışına geleceğini öğrendik. Atatürk'ü karşılamak için okumuş bir kişinin olmasını istiyorlardı. İstasyon müdürü, muhtar ve babam Atatürk'ü karşılaşacaktı. Babam eve geldi, üzerini değiştirip karşılaşmaya gidecekti. Atatürk'ü görmek istediğimi söyledim, kabul etmedi. Çok ısrar ettim, ağlamaya başladım. Annem araya girdi. Babam da ısrarlarımıza karşı çıkamadı. Elimden tuttu ve beni de karşılamaya götürdü.”



‘LEBLEBİLERİNİ ÇALDIM’
Cümlesini tamamladıktan sonra Hanri bey, yutkunuyor ve şöyle devam ediyor: “Babamla Atatürk’ün geleceği yere vardıktan sonra bir tren sesi duyduk. Mustafa Kemal Atatürk’ün o meşhur beyaz treni geldi önümüzde durdu. O treni asla unutmam. Atatürk, trenden indi. Tek başınaydı ne bir koruması ne de başka biri vardı. Kalabalığın arasına girdi. Köylülerle konuşmaya başladı. Atatürk, konuşurken nasıl yaptıysam hatırlamıyorum. Babamın elini bırakıp, Atatürk’ün yanına kaçtım. Atatürk beni gördü, sevmeye başladı. Kıvır kıvır saçlarım vardı, saçlarımla oynamaya başladı. Sonra Atatürk’e, rakı ve leblebi getirdiler. Leblebiler iri iriydi. Karanfil kokuyordu. Kasedeki leblebilerin hepsini yedim. İkinci kaseyi getirdiler. Onu da bitirdim. Üçüncü kaseyi getirdiler. O kasenin içindekileri de gömleğimin arasına doluşturdum. Resmen Atatürk’ün leblebilerini çaldım.”
Hanri bey cümlesini tamamladıktan sonra kısa bir duraksıyor… O anları yeniden yaşadığına eminiz… Gözlerini kameradan, bana, Cem’e ve Utku’ya çeviriyor: ‘Çocuklar tüylerim diken diken oluyor, anlatırken. Her anlattığımda o ana gidiyorum. Ben yıllarca kendimi sorguladım. Atatürk'ün leblebilerini çaldım çünkü. 1937 yılında Türkiye çok yoksuldu. Leblebi bizim için bir lükstü. Eve gittiğim zaman, cebimdeki bütün leblebileri boşalttım. Kardeşlerim, 'Aaaaa leblebi' deyip hemen yemişlerdi. Bizim için büyük mutluluktu” diyor. Hanri bey, koca bir iç geçiriyor ve anısını anlatmaya şöyle devam ediyor; “Rakı bitti. Atatürk'le başbaşa kaldık. Bana adımı sordu. 'Hanri' dedim. Soyadım 'Benazus' dedim. Bana 'Sen kimsin' demedi. Adın, 'Neden Ahmet, Mehmet' değil demedi. Başımı okşadı ve beni babamın yanına götürdüler. O günden sonra da bana ‘Sen nerelisin? Ermeni misin? Yahudi misin? Yunan mısın? Sorusunu soranlara, 'Atatürk'ün sormadığı şeyi siz niye soruyorsunuz' dedim.”
Hanri beyin telefonu çalıyor… Asistanı Derya hanımın aradığını anlıyoruz… Hanri bey, telefonu kapattıktan sonra, ‘Çocuklar, bir ziyaretçim daha gelecekmiş, asistanım Derya söyledi’ diyor. ‘Gitmemizin zamanı geldi desenize’ diyorum gülerek… Cem kamerayı kapatıyor, Utku da Hanri beyin mikrofonunu topluyor… Hanri bey, yerinden kalkıp arka odadan kitaplarından getiriyor bize… ‘Size hatıram olsun çocuklar’ diyor. Her birimize 2’şer cilt imzalıyor. Ben dayanamayıp, kitapları imzalarken o anları ölümsüzleştiriyorum... Hanri beyin telefonu yeniden çalıyor… Kitaplarımızı alıp, evden ayrılıyoruz… Stajyerimiz Utku, ‘Abla, şimdi nereye gidiyoruz?’ diye soruyor. Benim yerime Cem atılıyor, ‘İzmirspor ve Göztepe gibi birçok kulüpte oynayan ve antrenörlük yapan Burhanettin Cevrem’e gidiyoruz’ diyor.

'BANA EL SALLADI'
Sonra istikametimizi Alsancak’tan Hatay’a çeviriyoruz. Burhanettin amcaya giderken, daha önce kendisiyle röportaj yapan spor muhabirimiz Levent ağabeyi (Arıöz) de alıyoruz yanımıza… İzmirspor formasıyla karşılıyor bizi Burhanettin amca… Önce Levent ağabey ile sohbet ediyor… Levent ağabey tek tek bizi tanıştıyor... ‘Burhanettin amca, bana daha önce Atatürk’ü gördüğün anlardan bahsetmiştin, yeniden anlatır mısın?’ diyor Levent ağabey… Burhanettin amca da başlıyor anlatmaya: “8-9 yaşındaydım. O dönem babam Eşrefpaşa'da fırın işletiyordu. Fırının önünde dururken, Atatürk önümden geçti. Bana el salladı. Ben de ona el salladım. Eşrefpaşa’dan Bayramyeri’ne doğru ilerledi. Onu görünce tarifsiz bir mutluluk yaşadım. Kaç yaşına geldim, onunla göz göze geldiğim o anları asla unutamam.”
Burhanettin amca cümlesini bitiriyor. Kısa bir sessiz oluyor… Levent ağabey sessizliği bozuyor… ‘Senin için ne büyük gurur’ diyor. Burhanettin amca, “Çok büyük gurur hem de. İsmet İnönü’yü de gördüm. Onu da asla unutamam. 1959 yılıydı. Isparta Sümerbank'ı çalıştırdığım dönemde kente geldi. Yemek yemek için salon var mı? diye etrafa sormuş. Bizim kulubü söylemişler. Kulübün büyük bir salonu vardı. İnönü'yü oraya davet ettiler. Ben de görmeye gittim. O zamanlar bir şoförü, bir de koruması vardı. Ben de onunla birlikte yemek yedim. Hayatımda unutamadığım anlardan bir tanesiydi” diyerek cümlesini tamamlıyor… Levent ağabey, Burhanettin amcayı dinlerken ben de fotoğraflarını çekiyorum… ‘Benim de size gösterecek fotoğraflarım var’ diyor Burhanettin amca… Gençlik fotoğraflarını gösteriyor bize… Hayran kalıyoruz… Fotoğraftakileri tek tek tanıtıyor bize…‘Çok yormayalım sizi, gidelim artık’ diyor Levent ağabey… Elini öpüyoruz Burhanettin amcanın ve evden çıkıyoruz…
Evden çıkınca, kimse konuşmuyor birbiriyle… Sessizliği ben bozuyorum. ‘Ne oldu herkese, sustuk’ diyorum… Cem, şöyle cevap veriyor: “Ne şanslılar. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü görebilen son insanlardan. Ben de görmek, onun elini öpmek isterdim’ diyor. Utku, bir şeyler söyleyecekken Levent ağabey konuşuyor: “Keşke biz de görseydik. Görmesek bile bizler de onun ilke ve devrimlerine sahip çıkmalı, bu ilke ve devrimleri de çocuklarımıza kardeşlerimize aktarmalıyız. Bu da en az onu görmek, ona dokunmak ve onunla konuşmak kadar çok önemli.”