“Haberle suçlanıyoruz. Sadece haberle. Gazetecilik faaliyeti dışında tek bir kanıt yok. Bizim işimiz gazetecilik. Bizi rehin aldılar.”


Büyükçe bir odaya adım attığımda, demir kapı üstüme kapandı.
Arkasından kilitlendi.
Tam karşımdaki demir kapı da kilitliydi.
SİLİVRİ 9 NO’LU CEZAEVİ’nin bomboş görüş odasında, tam 285 gün ve gecedir kilit altında tutulan gazeteci arkadaşlarımla nihayet 9.5 ay sonra ilk kez görüşebilecektim.
Genç infaz memuruna, “Önce hangisi gelecek?” diye sordum.
Kilidi açtı, tutuklu gazeteciyi getirmek için koridora çıkarken, “Pınar hanım, hangisi hazırsa ilk onu alıp getireceğim. Siz lütfen burada bekleyin” dedi.
Soğuk cezaevi duvarlarının sessiz boşluğunda kaldım.
Duvardaki 2 dev resme bakakaldım. Biri al gelinciklerin baharını, diğeri de muhteşem bir deniz kıyısından yazı taşıyor-muydu?
Yaşanamayan baharlara ve yazlara inat…
Köşelerdeyse bizi gözetleyen gözler…
Dakikalar bitti. O demir kapılardan gelip beyinde yankılanarak büyüyen korkunç sesler çoğalınca: “Geliyorlar” dedim sessizce.
Ahmet’ti ilk, koşarak yanıma gelen.
Sarıldık, öyle kaldık.
“Nasılsın?” sorusu kadar saçma bir sesleniş olamazdı. Dedim işte…
“İyiyiz” dedi.
Gerçekten de iyiydi. Nasıl da mutlu gülümsüyordu karşımda.
“Nasıl gelebildiniz buraya. Aylardır hiçbir meslektaşımıza izin verilmedi. Çok memnun olduk. Galiba birşeyler değişiyor.’’
Sesi umutla çınlarken, “Olabilir” dedim. “Hep böyle süremez ya… Yeni Adalet Bakanı’nın izniyle geldim. Aylardır her hafta tutuklu gazeteciler için Basın Konseyi olarak görüş izni talep ettik. Sonunda oldu...”
Ben sordum, o yanıtladı. Plastik sandalyeler üzerinde başladı anlatmaya;
“Haberle suçlanıyoruz. Sadece haberle. Gazetecilik faaliyeti dışında tek bir kanıt yok. Bizim işimiz gazetecilik. Düşünce ve ifade özgürlüğünü hedef yaptılar. Bizi rehin aldılar. Dün olduğu gibi yarın da onurumla gazetecilik yapmaya devam edeceğim. Aslında, koşullar iyi gibi görülse de ağır izolasyon var. Şimdilerde, avukatlarımızla her gün görüşmeye başladık. Duruşma öncesinde haftada 1 gün görüş vardı.’’
“Ya eşler, çocuklar?”
“Onlarla 2 ayda bir açık görüş yapabiliyoruz. 15 günde bir de kalın cam arkasından 15 dakikalık, telefonla sesimizi birbirimize ulaştırabiliyoruz. Nazi dönemi gibi. Suçumuz ne? Kimse anlayamıyor.”
““Yemekler? Zayıflamışsın…”
“Evet. 5-6 kilo verdim. Bugün kıymalı patates ve börek yedik. Elektrikli makinada su ısıtıp çay yapıyoruz. Semaver olmadığından yağlı yemekleri buharda yıkamak olamıyor artık. Yine de sıcak suda yemekleri bazen yıkıyoruz.”
“TV, gazete, kitap, mektup?
“Mektup almak, göndermek yasak. Gazeteler geliyor, okuyoruz. Yazıyoruz. Kitap sorunlu. kütüphanede bize uygun kitaplar yok. Şimdilerde yakınlarımız getiriyor. İzinle veriliyor. Yazılarımızı, kitaplarımızı elle yazıyoruz. Çok zor oluyor. Bu devirde böylesine yasaklarla gazetecilerin tutuklu kalması kabul edilemez. Yaklaşık 10 aydır ilk kez bir meslektaşımla bu konularda dertleşiyorum. Nasıl mutluyum, anlatamam.”
Ahmet'e giysileri de sordum.
“15 günde bir yıkanıp geliyor” dedi. “Biz de elimizde hallediyoruz.’’
“Ya tek tip giysi olursa?”
Bu soruma, yanıt verirken, kızardı. Hava zaten yakıcıydı. Daha bir sıcak bastı üzerine:
“Kesinlikle giymeyiz. Bedelini de öderiz gerekirse. İnsan hakları bağlamında, buna herkesin itirazı olmalı’’ diye diye cevap verdi.
“Zaten bir avuç direnen insana hiza vermeye çalışılıyor. Bu davada Cumhuriyet ve rejim yargılanıyor. Sessiz çoğunluklar bilmeli ki, korkunun ecele faydası yok. Bazı insanlarla toplumun nabzı ölçülmeye çalışılıyor. Bu yaşananlar, örgüt davası değil. Cumhuriyeti yargılıyorlar.”
O sırada görevli yerinden kalktı ve “Yeni arkadaşını getireceğiz. Zaman kısıtlı” diye uyardı. Ahmet ile vedalaştık.
Kadri Gürsel ile kaldığı koğuşuna dönerken, elini salladı ve yine koridorun dipsiz karanlığına doğru gözden kayboldu.


Gökyüzüne tel çektiler


Başta gazeteciler, meslek kuruluşlarımız, STK’lar, avukat ve okurların bizimle gösterdikleri dayanışmayı, 11 Eylül’de Silivri’de de göstermelerini güçlü olarak bekliyoruz”

Kısa bir bekleyişten sonra bu kez Kadri geldi gülerek, sevinerek;
“Kutlarım seni” dedi sarılarak. “Sonunda başardın ve 9.5 ay sonra bizimle görüşe gelebildin.”
Kadri’yi de 24 Temmuz’da, Çağlayan’daki duruşma salonunda, aylar sonra ilk kez uzaktan görebilmiştim. Şimdi karşımdaydı.
O da zayıflamıştı. “Bence iyi de oldu. Spor yapıyoruz. 7’ye 5 adımlık avluya çıkıyor, olabildiğince spor yapıyoruz. Koğuşlarda hep oturuyor ya da okuyup yazıyoruz. Sağlıklı olmak buranın temel kuralı. İyi olacaksın, nezle bile olmayacaksın. Yoksa yandın.”
Tecridin, mahkemece biraz hafifletildiğini söylerken, artık avukatlarıyla her gün görüşebilmekten memnundu.
“Nasıl tecrit altındaydık, anlatamam. Şimdi görüşebiliyoruz. Ama ailelerle ayda 1 kez açık görüşümüz devam ediyor. Savunmalarımızı haftada 1 saatlik avukat görüşleri ile hazırladık. Olur mu böyle şey?”
Silivri’ye alınan 11 Eylül duruşmasında ne sonuç beklediğini sordum Kadri’ye.
“Hiçbir öngörüm yok” dedi. “Bu bir siyasi davadır. Konjonktürün psikolojik boyutları da var. Ayrıca, Türkiye için 11 Eylül de çok uzak bir tarih. Onun için öngöremiyorum.”
Mektup sıkıntısı da içini kemiren bir sorun. Cezaevinde mektupsuz yaşam düşünülebilir mi? İşte ağır bir tecrit koşulu daha...
24-28 Temmuz duruşmaları içinse, şöyle konuştu Kadri:
“Herkes gördü ki, Cumhuriyet tutukluları, sadece gazetecilik faaliyetinden ötürü yargılanıyorlar. Delil niteliği yokken, delil atfedildi. Tutukluluklar uzatıldı. Başta gazeteciler, meslek kuruluşlarımız, STK’lar, avukat ve okurların bizimle gösterdikleri dayanışmayı, 11 Eylül’de Silivri’de de göstermelerini güçlü olarak bekliyoruz.”
9.5 ay sonra bir meslektaşı ile görüşmenin memnuniyeti içinde vedalaşırken, söyledikleri kulağımdan silinmedi:
“Bizimle görüşmek için aylardır çabaladın. Ve izin alman bile bize umut verdi.”