Bu ülkede her gün yüzlerce köşe yazısı kaleme alınıyor, sahnelerden, ekranlardan, kürsülerden sürekli düşünceler aktarılıyor, görüşler paylaşılıyor. Sonunda ise hep aynı soruyla karşılaşılıyor: “Peki, ne yapacağız?” Sıklıkla muhatap olduğum, benim de muhataplarıma sorduğum bu sorunun yanıtı ne olabilir? Bu yazıda bir durum açıklamasına ve yanıt arayışına girmek istiyorum. Bilmem başarabilir miyim?

Öncelikle bu sorunun gerçek muhatabının yazarlar ve konuşmacılar değil, bu soruya yanıt bulmak ve davranmak için toplanmış örgütler, partiler, onların yönetiminde bulunanlar, bu görevi kimse zorlamadığı halde kendi seçimiyle üstlenenler ve bu iş sayesinde maddi-manevi doyanlar, haydi ekleyelim keyfini sürenler olduğunu düşünüyorum. Ki varoluş nedenlerinin başında, bu soruya yanıt bulmak için, öngörüye, strateji ve program esasına dayalı teklif ve temennilere sahip olmak gelir, değil mi? Sürekli “tespit” ve yakınmayla yetinen örgütlerden, yöneticilerinden, duayenlerinden ve seçilmişlerden yeterince sıkılmış olmalıyız. Belki de, okurların ya da dinleyicilerin, onları bırakıp da bir köşe yazarına, bilim insanına ya da sanatçıya bu soruları sormasının altında, bu sıkılmışlığın önemli bir payı yok mudur?

Ama örneğin bir bilim insanına bu soru sorulmaz, sorulmamalıdır. Çünkü o, yukarıda andıklarımız içinde değilse, biz bu soruyu sorabilelim diye emek harcar, düşünür, dirsek çürütür. Soru ve sormak, ancak ve ancak düşünsel bir alt yapı ile anlam kazanır. Ötesi saçmalıktır, laf ola beri gele laf sarfiyatıdır. Öyle ya, sende sorunun alt yapısı olmazsa, yanıtın üst yapısını nereden ve nasıl anlayacaksın? Katıldığınız toplantılarda çığlık gözyaşı nöbetleri içinde ne dediği anlaşılmayanları ya da soru soracağım diye söz isteyip, iki saat lafı dolaştırarak bir türlü soru soramayanları anımsayınız. Bilim adamı, soru sormamız için bize yol gösterir, daha ne yapsın? Soru sormak ayağına söz isteyip, yanıtını başta vererek, vaazının sonunda “Öyle değil mi?” diye muhatabını notere dönüştüren ve onaylamaya zorlayan tipleri, şimdilik bir tarafa bırakıp, sürdürelim.
Prof. Dr. İlber Ortaylı hocayla gerçekleştirdiğimiz Karşıyaka Belediyesi Ayın Konuğu etkinliğinde, herkes adına “Ne yapacağız?” diye sormuş ve şu yanıtı almıştım: “Survivor. Yani yaşayacağız, hayata tutunacağız ve vazgeçmeyeceğiz.” Bu yanıtın altında, Ortaylı bana göre şunu söylüyordu: “Ben bu soruyu sorman ve peşine düşmen için, bir ömürdür çabalıyorum. Sen hele önce onları bir oku. Sonra da bu soruyu neden soruyorum ve yanıtını alsam kılımı kıpırdatacak halim, birikimim, niyetim ve cesaretim var mı diye kendinle yüzleş.” Bana göre, asıl mesele budur.

Bir gazeteciye ve köşe yazarına da bu soru sorulamaz. Elbette “gerçek” gazeteci ve yazardan söz ediyorum. Neden sorulamaz derseniz, yukarıdaki paragrafı “bilim insanı” yerine “gazeteci, yazar” kullanarak okumanız gerekir.
Buraya kadar iyi de, “Peki, ne yapacağız?” sorusuna da bir yanıt vermek ya da en azından ipuçları sunmak kaçınılmazdır. Bana her sorulduğunda, kendimce şunları söylemeye çalışırım:
Bu soruyu sormaktan asla vazgeçmeyiniz. Yanıt bulmak için, varoluşunu bu soru üstüne bağlayan demokratik kitle örgütlerine giriniz. Yanıta dair bir işaret, ışık ve umut görmüyorsanız, “Siz ne halt etmeye buradasınız öyleyse!” diyerek kapıyı çarpıp çıkınız, size örgüt mü yok? Bu soruyu “boş zaman geçirme aparatı”na ya da “naylon mesele sahibi maskesi”ne çevirmeyiniz. Çünkü yemiyor ve size benzeyenler zaten yeterince kalabalık. Vazgeçmeyin demiştim, yetmez. Soruya dair duruşunuzu ve samimiyetinizi de, çapağından, kirinden, bilgi ve belge eksikliğinden arındırmanız ve cesaretle paylaşmanız gerekir. Böylelikle hiç olmazsa donmuş, kanıksanmış, bayatlamış organizmalara, ülkeniz hakkında bir şeyler düşünmeyi ve davranmayı anımsatmış olursunuz. Bu soruyu, inandığınız ve “bildiğiniz” değerler aşkıyla ve hayattaki karşılığını görememe kaygısıyla soruyor olmalısınız. Yani, demek istiyorum ki sevgili dostum: “Bu sorunun yanıtı, senden başka kimse değil!”