Bir kez daha Tahsin Yücel’i saygıyla anarken, son birkaç örnek daha vererek yazıyı bitireceğim.

Üniversitede İtalyan dili ve edebiyatı öğretim elemanı Renzo Milani ile aramız, hoca-öğrenci ilişkisinin ötesinde, baba-oğul yakınlığına dönüşmüştü. Eşi ve çocuklarıyla da tanışmıştık. En büyükleri benim çağımda, en küçükleri ise üç-dört yaşlarında bir erkek çocuktu (Bu arada, İtalyanlar çok çocuk yapmakla ünlüdür). Hoca bir gün “Benim işim var, yarın sen bizimkilerle Şile’ye gider misin?” diye sordu bana. “Olur” dedim. Ertesi gün eşi ve çocuklarıyla birlikte, cümbür cemaat doğru Şile’ye gittik.

Saatlerce yedik içtik, eğlendik. Ama ne yazık ki mutlu başlayan bu serüven kötü bitti: Bir ara küçüklerle denizin sığ yerlerinde debelenirken birbirimize su serperek gülüşüyorduk. Derken bu eğlence bir savaş oyununa dönüştü. İkiye ayrılarak, birazımız “Türkler”, birazımız “İtalyanlar” olduk (Oysa Türk olan yalnızca bendim!). Bir ara ben “Şimdi Türkler saldırıyor!” der demez, en küçük çocuk büyük bir çığlık atmaya başladı: Sanki “Mamma, i Turchi!” (Anne, Türkler!) diye bağırıyormuş gibi! En büyük abla kendisine sarılarak, “Korkma kardeşim, bu bir oyun” diye onu yatıştırmaya başladı, ama hiç işe yaramadı. O anda bütün ailede bana karşı bir soğukluktur başladı. Ertesi gün “Signor Milani” daha soğuk ve de kızgın davrandı, “Bizim küçüğe çok kötü bir şaka yapmışsın!” diyerek sitem etti. Bütün aileyle dostluğumuzun sonu oldu bu.

İtalyanlarla yaşadığım bir deneyim de şu oldu: Burslu olarak gittiğim Siena Üniversitesi'nde yabancılara kent içi bir gezi düzenlenmişti. Rehberimiz bizi öyle bir resim müzesine götürmüştü ki, bütün tabloların ortak izleği “Türk barbarlığı”ydı! Adam her tablonun önünde tüyler ürperten değişik bir öykü anlatıyordu… Birkaç yurttaşım daha vardı aramızda. Üstelik bizim Türk olduğumuzu bilmeyen yoktu. Biz şaşkın ve kaçamak gözlerle birbirimize bakıyorduk. Neyse ki kimse oralı değildi. Sanki biz de onlardan biriydik! Belli ki bizimle iletişimleri “bilinçaltı”ndan değil “bilinçüstü”ndendi.

Ama alanım gereği Fransızları İtalyanlardan daha iyi tanırım. Ülke olarak da tarihte Fransa bizim için uygar dünyanın anavatanı gibi olmuştur, Paris de başkenti… Fransızlar genellikle Osmanlıları “Türk” diye adlandırmıştır... Fransa bizim için neredeyse bütün Avrupa sayılmıştır. Her türlü alışverişimiz de onlarla olmuştur.

Örneğin başta Voltaire olmak birçok Fransız aydınlanmacının “Türk sultanları”yla doğrudan yazıştığını özgün kaynaklarından öğrenmiştim. 19'uncu yüzyılın sonları ile 20'nci yüzyılın başlarında birer “Türk dostu” olarak bildiğimiz Alphonse de Lamartine, Pierre Loti, Claude Farrère gibi ünlü yazıncılar ülkemizi ikinci yurtları gibi sevmişler, her biri belirli sürelerle konuğumuz olmuş ve edindiği izlenimlerini yapıtlarına yansıtmıştır. Biz de onları “Türk dostu” olarak anmış, caddelerimize, sokaklarımıza, vb. adlarını vermişizdir.

Ama bu ilginin, Türk dostluğundan çok, Türkiye merakına dayandığı kanısındayım. Yani bir tür yadelcilik (egzotizm) tutkusu. Konukseverliğimize, mutfağımıza, insanlarımıza, kimileyin de kadınlarımıza bayılmışlardır.

Sonuç olarak işin doğrusu şudur diye düşünüyorum: Batı dünyasını ille de dostluk ya da düşmanlık açısından sorgulamak yerine, soruna biraz da özeleştiri yaparak bakmalı. Çünkü onların bizleri kendilerine gerçekten yakın gördükleri durumlar olmuştur: O da Cumhuriyetimizin kuruluş ve yükseliş dönemlerinde yaşanmıştır. Bizi içtenlikle yüceltmiş önemli kişiler ve çevreler sayılamayacak denli çoktur.

Bunların önemli bir bölümü Atatürk devrimlerine büyülenmiş ve aydınlanmamıza seve seve katkı sağlamış kimselerdir.