Tahsin Yücel’in eşi Sayın Gülçin Yücel (Gülçin Abla), bir önceki yazımı internetten okumuş. Ertesi gün İstanbul’dan aradı: “Gökdelen” adlı romanın da “Gratte-Ciel” adıyla Fransızcaya çevrildiğini atlamışım. Yayıncılar onun da ön kapağına gökdelen binalar değil; kubbeleriyle, minareleriyle göklere tırmanan görkemli bir cami bireşimi kondurmuşlardı.

Avrupalı yayıncılar hiç kuşkusuz Yücel’in romanlarını, Osmanlı kültürünü yansıtıyor diye değil, çağdaş birer yazın ürünü olduğu için kendi dillerinde yayımlıyor; üstelik çevirmeni (Noémi Cingöz) Fransa’da çeviri ödülleri alıyor! Giderek daha tecimsel bir alana dönüşen yayın kurumları, böylesine halkçıl (demagojik) bir tutumu yeğliyor: Çünkü şimdiki okurlar, genelde kitapları kapağına bakarak seçiyor… Sanki bu romanlar, eskide kalmış gerçekliklerin yaşadığını tanıtlıyormuş gibi! Oysa Batının anlatı çözümlemelerine önemli katkı sağlamış bir dil kuramcısıdır Tahsin Yücel.

Avrupa’nın sömürgen yayılımcıları, ABD’nin o hoyrat gökdelenlerine yönelik özentilerimizi eleştirseler ya! Varsa yoksa Osmanlı dinciliğimizi öne çıkarıyorlar! Belli ki, yapılan bütün uyarılara karşın, Tahsin Yücel gibi, evrensel boyutta çağdaş aydınlar yetirtirmiş bir Türkiye Cumhuriyeti gerçekliğini örtmeye çalışıyorlar. Özellikle son yarım yüzyılda…

Romanın konusu kısaca şöyle: Değişik alanlardan bir sömürgen takımı İstanbul’u çok yüksek gökdelenlerle donatmaya girişirler. İşlerini kolaylaştırmak için, öncelikle yargıyı özelleştirme tasarısı yaparlar. Gökdelenlerde yaşayan kodamanlar artık aşağılara inmez, birbirleriyle ulaşımı tepeden tepeye “mekik” dedikleri araçlarla yaparlar. Yukarıdan, yerdeki halk yığınlarını karınca sürüleri gibi koşuştururken küçümseyerek izlerler.

“Gökdelen”in anlatıcısı, bir “söylen” (mit) diliyle de olsa, bu insanlık karşıtı hoyrat gelişmeyi mutlu bir sonla bitirir. Tahsin Yücel’e “Hocam, İstanbul’un gerçekliğine dönersek, böyle bir mutlu sonun yaşanabileceğine inanıyor musunuz?” diye sorduğumda, “Canım okuru fazla germek olmazdı” biçiminde kısa bir yanıt vermişti. Bir insan, sevdiği bir romanı okurken, onun kişileri arasına katılır ve sanal bir kişiliğe dönüşür. Anlaşılan, yazar bizi değil, onu rahatlatmak istemişti. Bizler için henüz yok öyle bedavadan avuntu!

Bu romanın Türkiye’de ilk yayımlandığı yıllarda, şiiri ve mimarlığı konusunda Cengiz Bektaş’la uzunca bir söyleşi yapıp yayımlamıştım (Bu söyleşi önce “Cumhuriyet Kitap” ekinde çıkmıştı-28 ağustos 2008. Daha sonra “Şiirin Ortak Paydası” adlı kitabımın ikinci cildinde -ss. 414-421- yayımlamıştım-İkaros Y., 2010.)

Sayın Bektaş’a sorduğum soruların birisi kısaca “[Tahsin Yücel’in Gökdelen romanı] Bir masal mı yoksa gerçeğe aykırı olmayan bir öykü mü?” biçimindeydi. “Bana göre Tahsin Yücel’in romanı masal olmaktan çıkma yolunda… (…) İnsan topraktan ne denli koparsa o denli insanlığından uzaklaşır…” diye başlamış ve uzunca bir söyleve girişmişti.

Kuşkusuz Tahsin Yücel ile Cengiz Bektaş gibi iki ünlü kişi birbirlerini tanıyabilirdi. Ama daha çok kapatılan Türk Dil Kurumu etkinliklerinde yakınlaşmışlardı. (Bir not: Ankara Kızılay’dan Çankaya yönüne giderken Kavaklıdere’de, Atatürk Bulvarı’nın solunda, birisi eski ve ikincisi daha yeni ve büyükçe bir yapı görürsünüz. Bunların ilki, kapatılan Türk Dil Kurumu’nun daha önceki, ikincisi de son kullandığı yapıdır. TDK, eskisini Cumhuriyet’in bir başka [kardeş] kurumuna bırakmıştı. İşte bunlardan ikincisinin mimarı Cengiz Bektaş’tır!).

Sayın Bektaş’la yaptığım bu söyleşi, şiirle birlikte şiir dışı (mimarlık, resim, sinema, vb. gibi) yapıtlar da üreten çok yönlü sanatçılarla yapmış olduğum söyleşilerden birisiydi. Amacım, bunlar arasında, kendilerini değişik alanlara yönlendiren temel sanat yetisinin hangisi olduğunu ilk ağızdan duymaktı. Hepsi de hiç duraksamadan “şiir” demişlerdi.

Bu konuda yazacaklarım bitmedi. Kalanı haftaya…