Köye Enstitüleri ve Yücel Tonguç Koleji'nde verdiğim konferans, Tüyap Kitap Fuarı, Hüseyin Yurttaş ağabeyin bu yılın onur yazarı olması, Okan Yüksel ağabeyin yeni çıkmış “35 Gazeteci Şair” kitabı ve sayfaları arasında olmanın bana verdiği büyük onur, elbette 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, Karşıyaka’daki müthiş kutlamalar, açılışlar… Yazacak konu çok ve ben yazı göndermeme dakikalar kala, bomboş sayfaya bakıp duruyorum. Ama olmaz, yazıp göndermem gerek ve anımsatılacak onca güzellik, çıfıt çarşısına benzetilmeye çalışan kocaman bir memleket var. Notlarımı karıştırıyorum…
“O değil de, bugün Yücel Tonguç Koleji'nde Köy Enstitüleri'ni anlatırken, "Hasan Ali Yücel, bize ışıklı bir yol ve büyük hatıralar yanında, bir de 'Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi... Ben hayatta en çok babamı sevdim' diyen büyük bir şair armağan etmiştir..." demeye kalmadan, salonun arkalarından kalkan parmağı ve 7. ya da 8. sınıftan olduğunu tahmin ettiğim sahibinin "CAN YÜCEL!” diye seslenişini, hiç unutmayacağım. Adını öğrenemedim, genç arkadaşımı, ailesini ve öğretmenlerini, bir de buradan selamlıyorum. Bu notu almışım, konferans dönüşü ve o mutlulukla…
“Söylemeden duramam” demişim, “Can Dündar kardeşimiz de gelmeseydi, Tüyap İzmir, açılışının hemen ertesi günü demek Cumhuriyet'te yer bulamayacaktı. Ne onur yazarı Hüseyin Yurttaş Ağabey, ne genel olsa da bilgilendirme, ne açan, ne kimin ne dediği... Kitap ekinde söz edildi/edilecektir denmesin, ben bir 'haber'den söz ediyorum. Mine G. Kırıkkanat'a da haksızlık etmeyeyim, köşesinin sonunda yeni romanının imza günü ve saatini duyurarak da olsa, fuardan söz eden tek köşe yazarıdır. Diyeceğim o ki, gel de CUMHURİYET EGE'yi düşünme, arama.” Bunları yazarak başlamışım Tüyap İzmir üstüne aldığım notlara…
“Bir kere gülmemiş, bir kere halay katarına girmemiş, bir kere türkü söylememiş, bir kere ummana bakıp küfretmemiş, bir kere kederlenmemiş bir sokak köpeğinin uzaklaşıp gitmesine, bir kere bir okul bahçesi cıvıltısı çakmamış olduğu yere, bir kere merhabalaşmamış her gün geçtiği ağaçla, bir kere şiir okumamış, bir kere ne çapsız olduğunu düşünmemiş, bir kere ağlamamış doyasıya, bir kere kağıt kayıklar bırakmamış suya... Ne yapacak, kaderidir. Bin kere utandıracak insanı insanlığından. Bir kere nasiplenmeyi düşünmeyecek, insan olmaktan. Bin kere hak edecek ve anlamayacak, neden insan safında sayılmadığından!” 23 Nisan’a doğru edilen saçma sapan kelamları, hangi travmanın posası olduğu bilinmez öznelerini düşünürken yazmışım bunları da.
Kesmemiş, “mutlaka yazılacak” notuyla, aklınca 23 Nisan’ları küçümsemek, itibarsızlaştırmak isteyenler listesinin başka sakinlerini de not almışım: Çıktığı yumurtayı beğenmeyenleri, oldum olası sevmedim. Ondan nemalanıp, semirip, türlü nimet derleyip, reddediyorum ayaklarıyla dolaşırken, herkesten fazla lüpleyen iki yüzlülerden hiç haz etmedim. Kelamın bu faslını koy bir tarafa...
Sistemi temize çekme ya da değiştirme iddiasında olanların, sistemi sıvamaktan ve daha geriye düşürmekten başka niyeti olmayanları, aynı iddiaları savunuyor görüp, onlarla aynı cenahta kavilleşmek için çırpınmalarını ibretle izledim. Bu elbette devrimci bir tavır değildi, olamazdı. Ki nicedir devrim sözünü almamaktadırlar ağızlarına. İçlerinden kimilerinin ayılması, kullanılmış peçete hezeyanlarına kapılmaları, her gün bir kaçının itilip kakılması hazindir ama kaçınılmaz bir tezahürdür. Kelamın bu faslını da koy bir tarafa...
23 Nisan 1920 kendi gerçeğiyle orada durmaktadır. Hatır ve hatıralara saygı göstermeyebilirsin, lakin tarihin geçmişle değil, gelecekle değiştirileceğini bilmelisin.
Sen şimdi 23 Nisan 2016'ya tarihlenmiş gerçeğinle, yaptıkların ve yapmadıklarınla mükellefsin. Gerisi laf’ü güzaftır.” Ve ahvale dair notlar, tümceler, yazı başlangıçları… Hayır, hiç birini yazacak, köpürdetecek halim yok. Çünkü ölüm girdi araya… Siz üretken, çalışkan ve çok yetenekli bir yazarınızı, ben arkadaşım, yoldaşım, meslektaşım ÜLKÜ AYVAZ’ı yitirdim, yitirdik. Kederim girdi araya…
Haftaya hepsini ve Ülkü’yü gereğince yazarım. Ama şimdi beni bağışlayın.