(Homeros, 'İLYADA', XXII/362)
Zübeyde Hanım mezarının bulunduğu Karşıyaka Hacı Osman Paşa Camisinden, kolkola girmiş dönerken, kolumdaki Çınar/Çığ, kendi kendine, Cahit Sıtkı'nın “Otuz Beş Yaş”ından bir beşliği mırıldanıyordu:
“Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.”
“ŞADÜS NEREDE?”
Benimse, aklımın dalına, altı yıl önceden belleğimin sakladığı bir kuş, bir iz kondu:
Üniversite, ders arasında odamda klavye ile boğuşuyordum. Yerleşke girişinden telefon ettiler:
- Şadan Hoca, burada bir zat var, sizi arıyor galiba!”
- Ne “Galiba”sı?
- Bilemiyoruz, Şadüs diyor, Cova diyor.
- Bırakın gelsin...
Odamın kapısı kıynaştırıldı; yüzünde ölüm sarılığı gezinen Abdullah (Neyzar) Karahan:
Kapıda “Şadan Gökovalı” yazıyor?
- Dalga geçiyorsun Apo; elbette öyle yazacak!
- Peki, Şadüs nerede?
Ben hala şaka yaptığını sanıyordum.
Çekinerek içeri girdi. Boş gözlerle duvarlara, salkım saçak kitap sarkan kitaplığa göz gezdirdi. Sanki olmayan şeylere bakıyordu. Duvarla konuşur gibi:
- Ben nereye geldim? Nasıl geldim? Param da yok. Şiir de para etmiyor.
- Eh Apo, bu kadar şaka yeter. Paran kalmadı mı? / Şakayla karışık böyle yapardık; o Fen Fakültesi Kütüphanesi'ndeki, saraya çevirdiği odasında yetiştirdiği Afrika menekşesi saksısını verir, ben de satın almış gibi, bir uçan (kağıt) para verirdim.
Fazla bir şey konuş(a)madık: “Şimdi ben nasıl gideceğim? Biletim de yok! Şairlik para getirmiyor ki!”
Dersim başlamak üzere olduğu halde, Asistanım Nil'e sınıfa girip yoklama yapmasını rica ederek, adı ve soyadı arasına mahkeme kararı ile “NEYZAR”ı ekleten üretken şair olan, yaklaşık yarım yüzyıllık dostum Abdullah Karahan'ı taşıta bindirip yolcu ettim.
“UZUN YILLAR ÖTESİNDEN”
İzleyen günlerde, eşi Sevil'den çocukları Ozan ve Gökçe'den, yeğeni Hüseyin Tezel'den aldığım bilgiler, sevgili Apo'nun demans, giderek alzaymır hastası olduğunu gösteriyordu. Klasik söylemle, “Hey gidi Apo hey!” demekten başka ne yapabilirdim ki?
Elimden gelen, Apo ile ilişkilerimizden, belleğimin sakladığı izlerdi:
- Gazetemdeki (Ege Ekspres) telefonum çaldı. Almaçtaki (ahize) ses:
“Muğla'dan Abdullah Neyzar, sizi ödemeli arıyor” dedi. Açtım:
- Şadan abi (aynı yaşta olduğumuzu bilmiyordu daha), kendisini tanıttı. Muğla Turgut Lisesi'nde öğrenci olduğunu, 'asıl' işinin 'Şiir' olduğunu söyledi. Beni tam canevimden yakalamıştı.
- Bir-iki dize lütfen:
- “Eller utancından mosmor / Gözleri de kör kaldırımların...”
- Tamam, sen de bizdensin. Muğla'dan başka şair, başka şiir?
- Hemen Arif Karakoç'tan:
- “Naha gözün kör olsun deniz / Nerde gemi? / Güverteye saklamıştım İzmir'i.”
- Tanışma töreni burada bitmişti.
- Dostluğumuz, şiirdeşliğimiz, onun beni Yaşar Üniversitesi'nde ziyaret ettiği güne dek sürdü. Geride 17 kitap bıraktı.
Bu arada neler olmadı ki?
“Gençlerle Başbaşa” sayfasını yaparken yanımdan ayrılmaz oldu. Çok iyi “İkinci Adam”dı. Yalnız; kendi uzun şiirini koyabilmek için başka şiirlerden kesintiye giderdi. Mesela bir gün, sonra en ünlü şairlerden biri olacak olan Refik Durbaş'ın ilk şiiri 'Velvele'nin dört-beş dizesini çıkarıvermiş.
“HACI ŞADAN”
1962 yılında, İzmir Gazeteciler Cemiyeti'nin düzenlediği Hac Seferi'ne Cemiyet temsilcisi olarak katılmıştım. Sayfamızın “tam yetkili, geçici” düzenleyicisi olmuştu. Yadsımıyorum, bu iki aylık süre içinde hazırladığı 8 “Gençlerle Başbaşa” sayfamızda Ruşen Hakkı, Hale Açıkalın, Yükselecek Demirel, Ünal Şöhret Dirlik, Özcan Zengin, Güngör Uysal gibi imzaların gün yüzüne çıkmasına geçit verdi. Ne var ki, yine yaptı yapacağını: Benden söz ederken, imzamın önüne “Hacı” ya da yalnızca “H” yazmayı ihmal etmedi.
Dönünce gördüm bunları sayfada. Ama Abdullah, kendisi de kızılmayan insanlardan biri idi.
Bir gün, elinde “Şiir ve Siz” isimli seçki (antoloji) ile çıkageldi. Baktım, hazırlayanlar Abdullah Karahan, Coşkun Alpaslan ve Şadan Gökovalı yazıyor. “Kim bu Coşkun?”
Seçkiyi bastırdığı matbaada çırak imiş. Bizim şair onu yanına almış, çalışma gün ve saatleri dışında çalıştırarak bu kitabı hazırlatmış. Ne yaparsın? Abdullah'a kızılmaz ki!
Bir ara, -sanal gibi- bir evlilik yaptı bizimki. Samsun'dan bir akrabasıyla -birbirlerini pek görmeden- nikahlanmışlar. Olacağı yok ki! Kız İzmir'e gelmeyi kabul etmemiş. Mahkemeleşmişler. Boşanma davası Menemen'de görülüyor. En etkileyici tanık benim.
“Apo” dedim, “boşanmak istiyorsan, duruşmada senin aleyhinde konuşacağım”. “Ya olur mu” falan dediyse de, boşanmak için “murad almamış” gelinden yana tanıklık etmeliydim. Yargıca:
- Bizimkisininki şair evlenmesi, dedim.
Yargıç gülümsedi ve “..... boşanmalarına.....” diye bağladı “Gereği düşünüldü” bölümünü....
Abdullah ve daha beş-altı şairle en etkileyici ve yararlı iş birliğimiz, her hafta cumartesi öğleden sonra, Attila İlhan ağabeyimizin Karşıyaka Çamlık'taki evinde buluşmalarımız oldu. Biket yengenin hazırladığı atışmalıklarla geçirdiğimiz birlikteliklerden, akıl ceplerimizi yeni bilgilerle doldurarak dönüyorduk.
Hey gidi Abdullah Neyzar Karahan hey; sağlığında yaptıkların gibi, ölümün de şaka olsaydı.
Sana borcumuzun bir taksitini, iki çocuğunla birlikte, senin kitabını hazırlayarak ödemek istiyoruz.
Hoşça yat!...