Eric Garen, 43 yaşında siyahi derili bir ABD yurttaşıydı. Gözaltına alınmak istendi. Dört beş polis tarafından yere yatırıldı. Garen’den işitilen son söz, “Nefes alamıyorum” oldu. Garen öldü. Şimdi Amerika’da benzer biçimde öldürülen ve sayıları giderek artan insanların hesabı soruluyor. Mahkemelerden toplumsal vicdanı rahatlatacak kararlar çıkmadığına ve çıkmayacağına inanan yurttaşlar, tepkilerini kitlesel gösterilerle dile getiriyor. Garen’in “Nefes alamıyorum” sözleri, bu tepkilerin evrensel sloganına dönüşmüş durumdadır. Bir gün, bu yılları yazacak tarihçiler, toplumbilimciler ve sanatçılar, sözü “dünyanın, nefes alamıyorum diye çığlık attığı bir dönemdi” diye de bitirecektir, bundan hiç kuşkum yok.


ABD şimdi bir travma olarak, toplumsal genlerinde dolaşan “ırkçılık” mikrobuyla yüzleşmekte, bizzat sistemlerinin kışkırttığı paranoyalardan biriyle daha, başa çıkmanın yollarını aramaktadır. “Büyük Birader”in, varlığını sürdürmek ve kendini korumak için yaratıp, her türlü yetki ve uygulamayla donatarak, kamunun yaşam alanlarına sürdüğü militarist bir güç, şimdi bizzat kendisinin sorgulanmasına yol açmıştır. Tarih boyunca görüldüğü gibi, sistemin kendine dair verdiği “takipsizlik” kararları, toplumda karşılık bulmamamış, aksine ahlaki, vicdani ve sorgulayıcı bir “takip” kararına dönüşmüştür. Bir gün mutlaka ama mutlaka, bir yüzleşmeyle, hesaplaşmayla ve bedelini ödemekle başbaşa kalacağını, tarihten biraz anlayanlar kadar, sistemin kendisi de çok iyi bilmektedir.


Tanıklık, sanıklık, yardım ve yataklık, kışkırtıcılık, provokasyon, çarpıtma, görmezden gelme, alçaklık ya da iyi kalplilik… Uzatmayalım, hepimiz tıynetimizce, bu tarihsel sürecin birer kahramanı, soytarısı, maşası ya da ateşin düştüğü yerde yanıp düşeniyiz.


Eric Garen, üstüne çullananların altında, insafsızca soluksuz bırakılıp öldürülürken, her şeye ve herkese tahvil edilecek, hayatın bütün alanlarında yankılanacak bir çığlık attı: “Nefes alamıyorum!”


Ağacıyla, deniziyle, göğüyle, toprağıyla, kuşu, balığı, ormanları çalındığı için boğazı geçmeye çalışıp karaya çıkamadan boğulan domuzu, siyanürden çürüyen dağı, zehirlenerek katledilen köpeği ve kedisi, velhasıl mahvolan doğa için de atılmıştır o çığlık.


Avm bataklığına çevrilmeye, tarihi çalınarak çölleştirilmeye, rantiye uğruna belleği, dokusu, rengi kurutulmaya, kentsel dönüşümün müteahhit pazarına dönüşmesine itirazdır kentlerin.


Kadınların itiraz bayrağıdır “nefes alamıyorum”. Erkek egemen andavallık ve ceberrutlukla, her açıdan eşitsiz ve sömürgen bir düzenin, kolkola verip oluşturduğu karanlıklar içinde, ses duyurma çabasıdır. Bu çabaya katkı vermek dururken, kabullenen, bu kahrolası anlayışı onaylayan ve bir miras gibi çocuklarına aktarmak için uğraşan zavallı hemcinslerine, yazıklar olsun demektir.


Bilimin ve sanatın kuşatılıp, kurutulmaya çalışılmasına dair duyarlıktır. Bireysel algıların köreltilmesine, korkunç yabancılaşmalara, hayata kaygıyla insana saygıyla açılacak kapıların mühürlenmeye çalışılmasına duyulan tepkidir “Nefes alamıyorum”. Bu vahim gidişatta, sanatçı müsvettelerinin içinden çıktığı kültüre, topluma, ona hiç hak etmediği ikballeri bağışlayan toprağa ihanetini görmenin isyanıdır.


Eğitimin, sporun, üniversitelerin, sendikaların, basının, sözüm ona örgütlerin ve toplaşmaların ıssızlığına, ayak uydurmuşluğuna, oyalanmalarına ve gittikçe battıkları derin kuyulara sesleniştir “Nefes alamıyorum”.


Bunu görmek ve farkına varmak, derin bir nefes alıp, aydınlığa yürümenin ilk şartıdır. Nefes almak istiyorsan, nefese ihtiyacın olduğunu bileceksin. Başka yolu yok.