Yumdu dünyaya ela gözlerini;
Koptu evden acı bir vaveyla,
Odalar inledi: "Leyla! Leyla!"
Geldi koy kızları, el bağladılar...
Diz çöküp ağladılar, ağladılar!
Nice günler bu şeametli ölüm,
Oldu çok kimseye bir gizli düğüm;
Nice günler bakarak dalgalara,
Dediler: "Uğradı Leyla nazara!"
(Yahya Kemal Beyatlı)
Öğrendiğimde, Sophokles'in “Kral Oidipus” tragedyası gibi sarsıcı etki bırakmıştı bende:
Bir Finlandiya söylencesinde, gözlerinin nazar değdirme özelliği olan bir adamdan söz ediliyordu. Adamın, biri kız biri oğlan, pırlanta gibi iki evladı vardı. Adam, kendi nazarının kendi çocuklarına değmesinden korkuyordu...
... Ve adam, Kral Oidipus gibi, kendi gözlerine mil çekiyordu...
***
Oldum olası nazar olgusuna bilimsel yanım soğuk, duygusal yanım sıcak bakar. Korunmaya değer soyut ve somut değerlerim için, “elemtere fiş, kem gözlere şiş” demekten, “tüh tüh” deyip, tahtaya vurmaktan ne sakınca olur ki?
Çeşitli toplumların tradisyonlarına göre “nazar” denilen negatif enerji, gözlerden çıkar. Nazardan göze benzer nesnelerle kaçınılabileceği inanışı yaygındır. Hepimizin bildiği at nalı, sarımsak, deniz boncuğu ve hele “göz” veya “nazar boncuğu” bu koruyucu kalkanların başında gelir.
Türk turizminin patlama değilse bile, kıpırdama dönemi diyebileceğimiz 1970'lerde göz boncuğu sürümünde gözle görülür hareketlilik yaşandı. Turistlere nazar boncuklu anahtarlıklar ediliyor; bu sevimli boncuklar, anı eşyası sektörüne renk katıyordu.
O yıllar TRT'de görevli olmakla birlikte, freelance (serbest) yazar olarak, İzmir'in yeniden dirilmiş gözde gazetesi Ekspres'e yazılar yazıyorum. Genellikle hafta sonları Hüseyin (Baradan) ağabeyle Ege'yi dolaşıyor; devşirdiğimiz verilerle hafta boyunca röportajlar yayınlıyorum.
Göz boncuğundan daha ilginç röportaj konusu zor bulunur. Ön bilgi edinmek üzere Kemeraltı, Çankaya ve Alsancak'taki turistik eşya dükkanlarını dolaşıyorum. Bir Allah'ın kulu, bunun nerede üretildiğini bilmiyor, bildirmiyor: Bize getiriyorlar, İstanbul'dan geliyor, ithal ediliyor ve bunun gibi bilinmezler. Tam umut kesmişken, bir satıcı, bunların Buca Kaynaklar'da imal edildiğini ifşa ediyor!
İlk Cumartesi sabahı, kargalar kahvaltıdayken atlıyoruz Hüseyin Ağabeyin kırmızı Vos vos'una, ver elini Kaynaklar.
Ama ne kaynamaz kaynaklarmış? Sanki bizden önce hiç öz itimli götürge (otomobil?) geçmemiş. Yo yo oyununda lastiğin ucundaki top gibi, hop tavana, hop tabana çarpıyoruz. Hüseyin Ağabey, kızmak yerine, meşhur bıyığını sıvazlayıp, bakla dişlerini gösteriyor. İçimiz dışımıza çıkmış olarak, Kaynaklar'ın orta yerindeki Kunduracı Çınarı (şimdi Tabiat Anıtı) gölgesinde kontağı kapatıyoruz. Kesilen motor sesinin yerini, halkın sevinç çığlıkları alıyor.
-Geldi! O geldi! Çekilin aradan, geldi Baradan. Yaşşa Hüsiin abi!
Ağabeyin bunca tanınıp sevilmesine şaşarak soruyorum:
-Burada sinema var mı?
-Ne gezer? Arada bir Buca'ya indiğimizde bakarız filmlere, severiz Hüsiin abiyi...
İyi hoş da, aradığımız göz boncuğu atelyeleri nerde?
Bırakın yerini, adını bilen bile yok!
Yanlış istihbarattan duyduğum ezinci hiçbir kalem yazamaz! Meğer gökte ne kadar çok kaynar su varmış: Bardaktan değil, değirmen oluğundan boşanırcasına yağdı başıma. Yağmakla kalsa gene iyi. Bir yıldırım, ağrı olup saplandı beynime. “Düşünen” değil, “Üzülen” adamım. Sinemanın kötü, gerçeğin iyi adamı Baradan, İspanyol dansöz Pilar'ın Balıkçı'ya yaptığı gibi, omzuma bir şaplak atıp:
-Üzülme bre Şadan. Bunda bir hayır var. Hadi gel, yola çıkmışken Gümüldür'de rakı-balık yapalım...
Birden, Cumaovası'nda, yolun sağında bir eczane görüp fırlıyorum:
-Lütfen bana en kesicisinden ağrı kesici...
Hüseyin Ağabey yetişiyor imdadıma; iki cümleyle anlatıyor hal-i pür melalimin nedenini. Eczacı bey, hazır ettiği ilacı rafa geri koyup:
-İyi ki söyledin, diyor; “gözboncuğu bizim Görece'de imal edilir”; geri dönün, üç km sonra köprüden sola sapın, üç km sonra oradasınız! Hüseyin ağabey ile benim kollarımız kanat oluyor; kaplumbağa arabayı uçuruyoruz. Köyün girişinde, solda gözboncuktan köşk, Görece'de göz boncuğu yapımını sanat haline getiren Zekai Erdal'ın evi.
Gerisi çorap söküğü gibi geliyor.
1940'lara kadar Kadifekale'de imiş göz boncuğu ocakları. Ama, yakılan çam odunları 900 derece ısı ve çok fazla duman çıkardığı için, İzmir Belediyesi, bu ocakların, şehrin en az 30 km dışına çıkarılmasına karar vermiş. Sönmeye yüz tutmuş bu geleneksel üretim, Cumaovası'nın Görece ve Kemalpaşa'nın Kurudere (şimdi Nazar) köylerinde filizlenmiş. Bu köylerde her evde en az bir kişi bu sektörde çalışıyor.
Bundan sonrası gazete röportajlarım, radyo programlarım, TV belgesellerim olarak kamuoyunda yankılar uyandırdı.
Usta objektif, eşi bulunmaz çalışma arkadaşı Hüseyin Baradan, ölümün kıyısından değilse de, gazeteciliği bırakmanın uçurum kenarından çekip kurtardı beni. Şimdi, öbür dünyadaki Cennet arkadaşlarını güldürüp duruyordur. Dilerim öyledir.
***
Bir hadise var; değil “can ile canan arasında”; Giritlilerle Şadan arasında...
Balıkçı'dan Akçiçek'lere, Baradan'lardan Dikmen'lere kadar: böylesi güzel adamlar var diye dönmeyi sürdürüyor Dünya!..
Yaşamda kalanlara, Orhan Veli'den bir armağan şiir seçtim:
Oaristys
(In Memoriam)
Ey hatırası içimde yemin kadar büyük,
Ey bahçesinin hoş günlere açık kapısı.
Hala rüyalarıma giren ilk göz ağrısı,
Çocuk alınlarda duyulan sıcak öpücük.
Ey sevgi dalımda ilk çiçek açan tomurcuk,
Kanımın akışını yenileştiren damar,
Gül rengi ışıkları sevda dolu akşamlar
İçime yeni bir fecir gibi dolan çocuk.
Ey tahta perdenin üzerinden aşan hatmi
Ve havaları seslerimizle dolu bahar,
Koşuştuğumuz yollar, oynadığımız sular,
Kağıttan teknesinde sevinç taşıyan gemi.
Duyup karşı minarede okunan yatsıyı
Yatağıma sıcaklığını getiren rüya,
Denizlerinde onunla yaşadığım dünya
Ve ey ufku beyaz cennetlere giden kıyı.
Ah! Birçok şeyler hatırlatan erik ağacı
Ve o ilk yolculukla başlayan hasret, zindan;
Atları çıngıraklı arabanın ardından
Beyaz, keten mendilimde sallanan ilk acı.
Orhan Veli
Ankara, Haziran 1936