Böyle sorulunca, genellikle “Türkiye gibiyim” yanıtı veriliyor, alınıyor. Duyarlı, çağından, toplumundan ve ülkesinin geleceğinden yana kendini sorumlu hisseden herkes için, bu yanıtın olumlu bir içerik taşımadığı belli. O nedenle yanıtın açılımı da net: “İyi değilim, iyi olamayız.”
Bu satırlara, bir yakının mutluluğuna eşlik etmek üzere gelinmiş İstanbul’un, Zeytinburnu adlı semtinde cumartesi başladım, Pazar sabahı Karşıyaka’da sürdürüyorum. Olası dağınıklığı, yol yorgunluğuna veriniz.
İstanbul’un geneline dair bir özet olarak, önce Zeytinburnu denen kadim semte dair izlenimleri özetleyelim: TOKİ devlet damgasıyla ambalajlanmış, korkunç –evet korkunç ve vahşi!- otel ve kuşkusuz her dairesi milyarlık “toplu konut” ve yol inşaatlarıyla, insanın başı ağrıyor. Semti denizden tümüyle koparan bu yağma, en ölü yerlerdeki sahil düzenleme makyajıyla gizlenmeye çalışılıyor. İnanmayan gitsin görsün. Bu garabet silsilesinden yol bulabilirse, kilometrelerce bir yürüyüşten sonra, güvenlik teröründen sıyrılabilirse, trilyonluk “Boat Show” işgali altındaki bir parça denize ulaşsın, küçük bir servet karşılığında bir fincan bir şey içsin… Anlatması güç, mantığı ve Türkçeyi zorlayan kötücül bir saçmalıktan söz ediyorum.
Belki de önce “insan zekasıyla nasıl alay edilir” sorusunun yanıtı olan, yol boyu direklere asılı reklamlardan söz etmem gerek. Kim bilir kaç okka cukka karşılığında çalışan reklamcılar, tüm direkleri “Etnospor” levhalarıyla donatmış. Ben onlarda ilkel bir şovenizmin, “Ok atın, cirit fırlatın, gülle savurun” mealindeki çağrılarla, buram buram bir Osmanlıcılığı nasıl tezgâhladığını gördüm. Ana slogan da buna uygun ve “subliminal” taktikle seçilmiş: “Ok yaydan çıktı!” Bunlar ve semtin her direğini, her duvarını, her köprüsünü kaplayan afişler, pankartlar, duyurular ve davetler, bu yoldaki mükemmel işbirliğini –hakkını verelim, çalışkanlığı- anlatmakta.
Dön semte. Sokaklarında tesettüre rahmet okutacak urbalar içinde kadınlar, fes-sarık-türban-şalvar-cübbe içindeki erkekler, giderek onlara benzemeye hazırlanan çocuklar, mahvolmuş bir Türkçe, caddelerde sokak köşelerinde saat başı hortlayan şiddet, her sokakta yuvalanmış ve bayrağından Arapça levhasından, elbette girip çıkanından amacı gayet sarih dernek, vakıf, kurs yapılanmaları… Uzatmayayım, kadim bir semtte yirmi dört saatlik konukluğun özeti şudur: “İstanbul’dan kovulmuş bir İstanbul, geri dönülmesi her geçen gün daha da zorlaşan bir yolda, hızla ilerleyen bir Türkiye…”
“Yeni Türkiye” deyip duruyorlar ya, biz yıllardır bunun ne menem bir şey olduğunu anlatıp duruyor ve başaramıyoruz ya, işte o semt –benzeri yüzlerce semt ve şehir gibi- orada duruyor. Liboş özgürlükçüler, ayağı yere basmayan sol tahlil ve taktikçiler, iki slogan bir flama sallamakla Cumhuriyet devrimlerine sahip çıktığını sananlar, kendi içlerinde eşelenmeyi demokratçılığa yoranlar, yolunuzu buralara düşürmedikçe, “Yeni Türkiye” çabalarının “yan sanayii” olmaktan kurtulamayacaksınız.
Biliyorum, şimdi kılık kıyafet üstünden, dil köken inanç üstünden yola çıkıp, gözlemlerimi ve düşüncelerimi, “hürriyet” ve “müsavat” karşıtlığı üstünden değerlendirip, kelamıma takla attırmaya kalkışacak olanlar çıkacaktır. Algılarına ve anlayacaklarına dair çok az kalmış umut kırıntılarıma tutunarak, yanıt vereyim: ben “hürriyet” ve “müsavat” kavramlarından bihaber olmasına rağmen, bu kavramları kurnazca kullanarak, bir ülkeyi ve onun geleceğini belirleyen zihniyetten ve göstergelerinden söz ediyorum. Köşe bitiyor, konuyu sürdüreceğim. Şimdilik bir virgül atayım: Böyle düşündüğünüz için “Hayır”ı anlamadınız, “Tehlikenin farkında mısınız?” dediklerinde, gülüp geçtiniz, kendi asude yatağınızı memleket sandınız. “Nasılsınız?” diye sormaya gerek yok, belli ki demokratçılık oynarken gayet mesut ve bahtiyarsınız! Bize gelince… Nasıl olalım, Zeytinburnu’nda bir Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşı gibiyiz!