Martın son yazısı sanıyorum. Kapıya geldi dayandı nisan. Tarihe ucundan bakınca ne çok olay yaşanmış nisanda. Baharla birlikte kaynayan kanlar mı desem bilmem ki. İlk Çağ, Antik Çağ, Orta Çağ falan hep nisanda hareketli. Ama “bizim” için nisan “Ulusal Egemenlik” damgalı… Zaman değişmiş, şartlar değişmiş ve koca Osmanlı bir anda yeni yetme emperyalizmin önce ekonomik sonra da askeri boyunduruğuna düşüvermiş. Biz hep “kahramanlık edebiyatı” ile anlamaya çalıştığımız için hata yapabildiğimizi, yanlışa düşebildiğimizi hiç hesaba katmamışız. Nisan dendiğinde iki zaman belirir hemen aklımda. Nisan 1915 ile Nisan 1920. Biri, muhteşem Çanakkale zaferi ile Mustafa Kemal Paşa’nın, yılgın Anadolu halkına umut oluşu. Nisan 1920 ise Çanakkale’de kükreyen aslanın bu kez dünyaya “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” diye haykırması! İleride ayrıntılı yazmayı düşünüyorum ama şimdi kısa geçeceğim. Değerli tarihçi Sinan Meydan, 24 Nisan 2017’de kaleme aldığı yazısında “1922'de Ankara'daki 23 Nisan kutlamalarına öğrencilerin de katılması ayrı bir coşku yarattı. Atatürk'ün desteğini alan Himaye-i Etfal Cemiyeti, 23 Nisan 1923'te yetim ve öksüz çocuklar için yardım toplamaya başladı. Bu sırada yardım amaçlı rozetler çocuklar tarafından satıldı. Böylece 23 Nisan'da çocuklar ön plana çıktı. 23 Nisan'ın çocuk bayramı olmasını isteyen Atatürk'ün de bu faaliyetlere destek olmasıyla 1925'te, 23 Nisan aynı zamanda “Çocuk Günü”, 1926'dan itibaren ise “Çocuk Bayramı” olarak kutlandı. İlk kapsamlı “Çocuk Bayramı” kutlamaları Atatürk'ün himayesinde 1927'de yapıldı.

23 Nisanlar, 1929'dan itibaren “Çocuk Haftası” olarak kutlandı” şeklinde yazdı. Aslında 23 Nisan’ın “çocuklara armağan” edilmesi ile 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması arasında bir ince anlam birliği vardır. “Ulusal Egemenlik” çocuk yaşlarda bellenirse değerlenir. 23 Nisan 1920’in saldığı kök, Anadolu üzerinde bir daha bir ailenin, kişinin, örgütün “keyfi idaresini” engellemiştir. Bugün bazılarının kafalarından geçenlerin her şeye rağmen gerçekleşmemesinin altında, 23 Nisan Ulusal Egemenlik haykırışının çocuk yaşlarda anlaşılması yatar. Bir de 17 Nisan 1940 var değil mi? Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kapsamlı, en anlamlı “eğitim kültür devrimi” aslında. Köy Enstitülerinin kuruluş tarihidir 17 Nisan 1940. Ve ben yanarım yanarım Buca’daki “Kızılçullu” binasına yanarım. Hala “bizim” olamayan o binanın taşları dile gelse de anlatsa değil mi? Köy Enstitüsü olmadan evvelki “tarihini”. Sonra da “kimlerin” hainlik edip o Cumhuriyet devrimi kokan binayı yine emperyal ellere verdiğini. Dedim ya nisan ayı “özeldir” bize. Yaşayıp göreceğiz ne kadar anlamlandırdığımızı… 23 Nisan’ı sadece “çocukça” 17 Nisan’ı da birkaç panelle geçiştireceğiz belki de yine. Çanakkale kara zaferlerini de her yıl olduğu gibi peşinen “deniz zaferi günü” sandık zaten. Nisandan hemen aklıma gelenler bunlar. Başka da var tabii. Sebahattin Ali’nin katledilmesi, Mimar Sinan’ın ölümü.

Ve 1 Nisan sanıyorum, “Dünya Mizah Günü”… Mizah yapacak halimiz yok ama, mizahı anlayacak kalibrede insanlar da azaldı. Oysa düşünerek gülmek, gülerken düşünmek kadar sağlıklı ne olabilir ki? “Gırgır” ve “Fırt” dergilerini okuduğumuz günlerimizi unutabilir miyiz? Yazık ki şimdilerde çocuklarımız, torunlarımız ne geçmişi biliyor ne de yakın geçmişi. Zira mevcut iktidardan önce “mağarada” yaşadığımızı sananlar bile var aramızda. Mizah gününüzü de kutluyorum inadına!

***

İddialıyım! İzmir tarihi yeniden yazılmalı!

Aslında bu konuyu uzun uzun yazacağım yakınlarda. Yazacağım ama “nereden” başlamalıyım ona karar veremiyorum. Adeta tuttuğum elimde kalıyor. Her olay, her dönem, her kişi bu kadar “soru” ve şüphe barındırır mı yahu? Son 200 yıl diyorum, son 100 yıl diyorum. Tam bunlara yoğunlaşırken 600, 700 yıl öncenin bir şahsiyeti dikiliyor karşıma. Sanki diyor ki “beni yanlış biliyorsunuz, ben aslında şöyleyim, böyle yaptım yaşadım!” Ya da adam ciddi dönemlerde ciddi görevler yapmış. Marka işlere imza atmış. Gazeteler, kitaplar hep ondan “aslan, kaplan, kahraman” diye bahsetmiş. Lakin bir an bir kuşkuyla harekete geçip, önce saçma gelecek sorular sorup bir bakıyoruz ki tarihin “kahraman vatansever” dediği “hırsız”, “hain hırsız” dediği de “müşfik yurtsevermiş” meğer! Ya da “hayırsever” dediğimiz aslında “tefeci, kıyıcı, talancı” bir adamken, “kabadayı” dediğimiz harbi hayırsever. Araştırmacı Mustafa Üzel ile bir yayın yaptım pazar günü. İzmir Yazarlar Kooperatifi’nden çıkan yeni eseri “İzmiroğlu Cüneyd Bey” ile ilgili konuştuk. Öyle bilgiler verdi ki kaynaklara dayandırarak, şok üzerine şoke oldum resmen. “Kaynak” dediğim de öyle bir İngiliz’in yazdığı “tarih kitabından” alıntı değil. Oturup, orijinal kaynaktan kendi çevirmiş Mustafa Üzel. 58 yaşında asılan Şeyh Bedrettin’in “90 yaşında tasvir” edilmesi asla iyi niyetli olamaz. Ya da Cüneyd Bey’in “asi kalleş hain” gösterilmesi de mümkün değil.

600 sene önce İzmir ve çevresinde olan bitenleri bile “net” ve “objektif” bilemiyoruz. Yazılmamış çünkü. Ya 100 yıl önce? Net mi gerçekten sizce? İşgalden kurtuluşa İzmir’de sadece iki elin parmakları kadar mı “kuvvacı” vardı? Bazı tarihçiler neden sadece “10-20” isim etrafında dolanır, hep aynı öyküleri yazar durur? Ya birkaç yıl öncesine kadar adı bile anılmayan Rahmetullah Efendi’nin mezarı neden harap ve yıkıktı on yıllarca? Neden evi tarumardı? Hoş, mezar tamir edildiği halde bazı tarihçiler, bildikleri halde inkâr ediyor ama gerçek gerçek işte. Neden Miralay Süleyman Fethi Bey’in aziz naaşı yıllarca sürgün gibiydi? Neden kutsal emanetleri İzmir’de değil? Mustafa Üzel, akademisyen tarihçilere aslan gibi bir ders verdi bence. Devamı da gelecek. İzmir Yazarlar Kooperatifi, “İzmir’in kalpsiz ağaları” için önem arz etmese de Erdoğan Baysal’ın adını “bazı çok bilmişler” bilmese de hala Youtube'da o takla attırılmış “Vatanım Sensin’i” izliyorlar, biliyorum! Bir de “Fuar tarihi” var mesela… Baştan aşağı eksik bilgiler. Arazinin temizlenmesinden tutun da o “at heykellerine” kadar bir yığın “şüpheli hikâye”. Doğru soruları sorduğunuzda da panikle edilen küfürleri, iftira ve ithamları alırsınız hala. Yok ama, Mustafa Üzel cesaret verdi bana, nisan ve mayıs aylarında sadece “sorular” soracağım. Şüpheler yaratacağım. Kafanızı karıştıracağım. Ve bana kim iftira ve ithamda bulunursa, kim olduğuna bakmadan teşhir edeceğim. Çok can sıkacağım nisan mayısta çok! Çünkü ben her ölene “rahmet”, her kalem tutana “alim”, her “hocaya da” âmin demem! Kahraman Müftünün kabrinin yeni halini bile inkâr edenlere ben artık “tarihçi” demem çünkü!

***

Mizah gibi korona maceramız…

1 Nisan “Dünya Mizah ve Şaka Günü” kabul edilmiş. Nedense bugünü “ağlanacak halimize gülme” şeklinde düşünürüm. Son yıllarda “mizaha” karşı hoşgörüsüz ve cahil tepkileri de hatırlayınca “hıçkırarak ağlamak ve kahkahayla gülmek” arasında gidip geliyorum. Bir yılı aşkın süredir dünyanın başının belası oldu Korona. Dünya nasıl mücadele ediyor, biz nasıl “edemiyoruz” bir yana ama, Sağlık Bakanı muhteremin son açıklamaları muhteşem kalitede mizah gibi geldi bana. Muhterem Sıhhiye Nazırı Hazretlerinin büyük “korkusu” varmış. Cumhuriyet Gazetesi haberine göre Bay Bakan Koca “Avrupa Birliği (AB) her an AB dışına aşı satışına sınırlama ve hatta yasak getirebilir. Herkes kendi vatandaşı öncelikli olsun istiyor. Bu yasağı getirmelerinden önce ne alırsak alalım diyoruz. En büyük korkum bu, aşı milliyetçiliği ve yasak gelmesi" diye buyurmuş. Şahsen ayrıntılara girmeyeceğim, sadece basın haberlerine bakınca, ülkemin “aşı” ve “aşılama” konusunda başarılı olmadığını rahatça yazabilirim. Arada “gaz almak” için yapılan “mayısta bitecek, haziranda uçacağız” kabilinden açıklamaları da hayret ve dehşetle takip ediyorum. Şimdi Bakan Bey “korkusunu” söyledi ya? Siz bakın da haftaya yine aynı bakan “işte korktuğum oldu milletim, AB milliyetçilik etti yasak koydu biz tam alacaktık alamadık” demesin! Yahu sorarlar adama “aylardır ne yaptınız” diye? Zikredilen sayıların kime yettiği ya da yeteceği belli değil. Bir kişiye iki doz vurulduğuna göre, 1,5 milyon dediğiniz sadece 750 bin kişidir değil mi? Peki Türkiye’nin aşı bekleyen nüfusu kaç? İşte burada da mizah giriyor devreye. Bakan açıklıyor ya “korkuyorum” diye… Valla ben de kahkahayla cevap vereyim. Şahsen son 20 yıldır benim de “korktuğum” ne varsa geldi zaten başımıza Bakan Beyciğim!