Bugün, büyükannelerin ve büyükbabaların torunlarını sevmesindeki kadim yükleme dışında, kimseye “paşa” diyemezsin, adama fena gülerler. Halife, sultan, şehremini, şehzade, haseki sultan ya da ne bileyim kadı falan da diyemezsin, aklından ve algından hesap sorarlar. Ama Mustafa Kemal Atatürk, “paşa”dır. İsmet İnönü, Kazım Karabekir ve benzerleri de öyle. Çünkü onlar tarihtir. Tıpkı Fatih’in sultanlığı, Hazreti Ali’nin halifeliği gibi, yerlerine kimse gelemez, kimse onlara imrenip, ad ya da makam belirleyemez. Heveskarlara duyurulur. Kaçarı uçarı yoktur. Şımarıklığın ve ne oldum budalası kesilmenin ise, hiç alemi yoktur. Hiçbir şey bilinmiyorsa, haddin bilinmesi gerekmektedir.
“İzmir’in Dağlarında Çiçekler Açar” marşını, demokrasi kalitemize uygun biçimde partisinin genel başkanı seçilip, başbakan olarak atanan Binali Yıldırım’a uyarlayıp, mehteran eşliğinde dillendirmişler. “Yaşa Mustafa Kemal Paşa” nakaratından Paşa’nın adını çıkarıp, Yıldırım’ın adını yerleştirmişler. Bir Allah'ın kulu da kalkıp, biz ne halt ediyoruz diye sormamış. “Kiziroğlu” türküsünü uyarladığımız ve iki günde paldır küldür gönderdiğimiz adamın koltuğu soğumadan, yerine oturan adama bu yalakalık biraz fazla değil mi, diye düşünen de olmamış. Bildiğimiz kadarıyla, muhatap da “Kesin şu saçmalığı” gibisinden, takdir görecek bir “ilk icraat”ı değil, “vurur yüze ifadesi”yle “ilk ifşaat”ı yeğlemiş. “Köy, gavur” falan diye habire saydırıldığı yetmiyormuş gibi, şimdi de simgelerine tebelleş olunan bir kent, bu müthiş (!) yaratıcılığın müsebbiplerini ve olağan görenleri nasıl değerlendirecek? Onu da zaman gösterecek diyerek, bu faslı kapatalım.
Bizde garabet biter mi? Bu ülkenin ana muhalefet partisinin genel başkanına, üstelik bir şehit cenaze töreninde, yüzlerce sivil ve resmi görevlinin arasında her türlü saldırı yapıldı. Yetmedi, suç dosyaları boyunu aşmış bir tip, Kılıçdaroğlu’nun önüne “boş kovan” atabildi! Mafya bozuntularının taktiğidir. Zarf içinde gönderirler, kapı önüne bırakırlar, yemeğin içinden çıktığını da bir filmde gördüm sanırım. Ama izlenen bir film değildir. Öncesine, olay anına ve sonrasına bakıldığında, bu çok ciddi bir saldırıdır. Meczup, zavallı, kendini bilmez, münferit falan deyip geçiştiremezsin. Evet, sözcülerin gözcülerin trollerin olaya yaklaşımına bakarsak, geçmişte Çiller’in söylediklerine öykünüp "Bu memleket için boş kovan atan da, işkembeden sallayan da, ona buna saldıran da, cehalete rahmet okutan da şereflidir!" demediklerine şükredelim. Şimdilik! Bu işin şakası yoktur. İhaleyi sürekli münferitlerle Damat Ferit’lere yükleyerek, bu işin içinden çıkılamaz. Bir ülke bu kadar yükü kaldıramaz. Hepimizin sanrılardan, sapmalardan, savrulmalardan acilen vazgeçmemiz gerekmektedir. Şimdi her kurum, her görevli, her yurttaş bir sınavdan geçmektedir ve adına “çağdaş ve demokratik hukuk devleti” denmektedir.
Bizde garabet biter mi? Bizim cenahtan bir örnekle yazıyı tamamlayalım. Yazdıklarının niteliği bir yana, yaptıklarıyla her zaman “yine mi o?” dedirtmeyi başaran Refik Erduran, ortaya çıkan “ihbar mektuplarıyla” kimseyi şaşırtmadı. Yalnızca, sürüklendiğimiz bataklığın suyunu karıştırıp, geldiğimiz noktanın fotoğrafında yerini sağlamlaştırdı. Özgeçmişinde “Nazım Hikmet’in bindiği motoru kullanmak” gibi hatıra taşıyan birinin, neredeyse tüm yaşamı boyunca, bu güzelliği dinamitlemek için gösterdiği çabayı açıklamak, kuşkusuz uzmanlık işidir. Ama ne işe yaradığı bilinmeyen ITI/Türkiye’nin (Uluslar arası Tiyatro Enstitüsü) yıllardır sürdürdüğü başkanlığından alınması, yönetim kurulunda bulunanların, bu korkunç durumun paydaşı olmamak adına, istifa etmesi beklenmektedir. Çünkü; “23’ünde Nazım’ı kaçırdı / 88’inde tüm şansını / Ne sen sor, ne ben anlatayım / Arada neler yaptığını!” Yazık!