“Malumun ilanı” diye de yazarlar, yanlıştır. İlle kullanmak zorunda mıyız, yok mudur bunun Türkçesi? İçinde bulunduğum ruh hali, derdini anlatmak için ne gerekiyorsa hepsini kullan diyor. Sonra da aklım frenliyor: ama sonunda, ne önemli şeyler söylediğini kanıtlamak için, araya olmadık herze katanlara benzemek de var! Karşısındakinin tek kelime bilmediğini bile bile Latince alıntılar sokuşturanları, “Odun getir, üşümeyelim” dışında anlam taşımadığı halde, ağdalı şeddeli Arapçasını kullanmayı ulemalık sanan soytarıları anımsa. Hatta sen bu durumu bir oyununda ti’ye almıştın, değil mi? İkinci perdede Militan Kızı dinledikten sonra, ne diyordu “Bir Oyun Gibi”nin Yaşlı Kadını: “Ne söylediğini anlamadım ama çok güzel konuşuyor!” Malumun ilamı karşısında, kamunun vaziyeti budur ve bunu en iyi bilenler demagoglardır diyebilir miyiz?

Mevzuya girmekte gecikiyorum ya, haydi bir de “kelime modacıları”nın kulaklarını çınlatalım. Sahi ne oldu, o yerli yersiz ve ikide bir kullanılan “verili hayat”a, nicedir duymuyoruz? Aynı şey, bugünlerin sık kullanılanlarından “deneyimlemek” sözcüğünün de başına gelecek, göreceksiniz. Sonra kullanmaya kalkanlara, elli yıl sonra karşılaşılmış bir dost gibi sarılacağız. Örneğin geçenlerde televizyonda duyduğumda “Ölmemiş, yaşıyor!” diye çığlık atıp, ev halkını yerinden zıplatmıştım. Frapan teyze izlediği oyun ya da dinlediği şarkı hakkında yargısını, kostaklanarak açıkladı: “Çok lezzetli!” Ama bir sorun vardı, teyze oyunun ya da şarkının ne adını, ne yazarını, ne bestecisini, ne de söyleyenini anımsayabiliyordu. İnsanlığın on binlerce yılını alan bir teknoloji harikası: “Ay kız, söyleyiverin şunun adını!” debelenmesiyle, tam yarım saat işgal edildi. Sonra ne oldu dersiniz? “Aklıma gelmediğine göre, demek o kadar da lezzetli değilmiş!” deyip, kahkahayı bastı. Saçmalıkları anlatmaya sayfalar yetmez, artık konuya geçelim.

Öz ortadan kalktığında, geriye işte böylesi özentiler, yapıntılar, zorlamalar kalır. Daha da vahimi, zaten bilinen ve açık olan bir şeyi söylemeye, açıklamaya kalkar, tüm etik, estetik ve düşünsel sorumluluklardan uzağa düşersiniz. Malumun ilamı, sözlüklerdeki tanımıyla işte budur. Hüseyin Rahmi Gürpınar “Efsuncu Baba”da, kahramanlardan birine durumu şöyle anlattırır: “Bizim ulemalara akıl sır ermez. Bir incir yerler, çekirdeklerini sayıp günlerce anlatırlar!” Nicedir bu işin şampiyonları, laf dolandırmaktan başka çaresi kalmamış siyasi figürlerdir. Her gün yeni bir örneğini işitiyor, yaşıyor ve artık şaşırmıyoruz. Son dönemden ve hayatın değişik alanlarına dair birkaç seçme yapalım. Mealen söylenenler şunlardır:
Ekonomi kötü. Kültür ve sanatta istediğimiz yerde değiliz. Neden 500 üniversite içinde bizimkiler yok? Kentleri mahvettik. Hayvan Hakları yasası neden çıkmıyor? Çocuk istismarı konusunda artık bir şeyler yapmalıyız. Belirlediğimiz ve seçtirdiğimiz milletvekillerinin ve belediye başkanlarının performansından memnun değiliz. Kadınlara yönelik şiddeti mutlaka ortadan kaldırmalıyız… Bu liste uzayıp gitmektedir. Hangisine itiraz edebiliriz?

Ancak bunları dillendirenler, ortalama 16 yıldır iktidarda ise, bir an durup düşünmek gerekmektedir. Bu sorunlar, 50-60 yıldır memleketin derdidir ve bugün söylenmeleri tam da “malumun ilamı”na denk düşmektedir. İktidarda sahiplerinden bunları dinlemek değil, sağlıklı bir güzergâh çizildiğini ve çözüleceğine dair işaretleri görmek, en azından oy onlara oy verenlerin hakkı değil midir?

Teslim edelim ki, bugüne kadar sürdürülen “mağdur” ve “ezik” söylemleri, bu soruların üstünü örtmekte gayet başarı sağlamıştır. İşte sorun tam da bu noktada ağırlaşmakta, çözümü adına uzmanlıktan yararlanan demokratik bir ortam yerine, bugüne kadar sürdürülen “yeni gündem maddelerini” topluma dayatmak, bir türlü verim getirmeyen arayışları zafer olarak ilan edip, destekçi medyanın köpürtmesine emanet etmek tercih edilmektedir. Eğer bu sonuç, bir “başarı” sayılıyorsa, daha ne söylenebilir?
“Malumun ilamı” tuzağına düşmeden, işin kültür sanat boyutunu da konuşacağız.

Ara'nın ve ötekilerin ardından konuşmak...
"Ama'lı hayatlar" konusunda hepimizin hepimiz, biraz cesaretimiz varsa, önce kendimiz için söylenecek sözler, yargılar ve hatta yaşanmışlıkların kanıtları yığınla durmaktadır.
Ki eğer manyaklaşmış bir ruh haline sahip değilsek, herkes, hepimiz ve elbette kendimiz, ne olduğumuzu, ne yaptığımızı, yanı sıra ne olmadığımızı ve ne yapmadığımızı, ne eylediğimizi ve ne eylemediğimizi, en iyi biz biliriz.
Bunu bile bile, önümüze gelene çemkirmek saçmalık, bilmeyerek ya da bilmezlikten gelerek yiğit hamasetlerle podyuma çıkmak kötülüktür.
Hele ki "Ama'sız sanatıyla, emeğiyle, işiyle çiçeklenmiş hayatlar" konusunda ahkam kesip fal açarken, hiç olmazsa vicdan denen naneyi bulup koklamakta yarar vardır.
Hele ki, o hayat artık bitmiş ve öznesi karşılık veremez hale gelmişse.
Hele ki, tartışmasız emek ve ömür verimi eserleri, orada öylece duruyorsa...
Yapmamak gerekir.
Hala yapan varsa, "İyi de sen nesin ve ne yapmaktasın" sorusuyla karşılaşırsa, yanıt verecek halde olması beklenir.