Yarın, 10 Nisan Laiklik günü… 1928 yılının 10 Nisan’ında TBMM, Anayasa’dan “Türkiye Devletinin dini İslamdır” maddesinin çıkartılmasına oy birliği ile karar vermiş. Yani, devletimizin resmi bir dini olmadığı ilan edilmiş, 92 yıl önce.

Laiklik kavramı, Rönesans ve Reform süreçlerinden etkilenerek, Aydınlanma düşüncesinden doğmuş, 1789 Fransız Devrimi ile kurumsallaşmış. Osmanlı İmparatorluğunun Tanzimat döneminde laik içerikli düşünce akımlarının gelişmeye başladığını görüyoruz. Cumhuriyet’in ilanından sonra, 1924’te Hilafet kaldırılarak, Şeriye Mahkemeleri, ardından 1925’te tekke ve zaviyeler kapatılmış, 1928’de, yazımın başında sözünü ettiğim Anayasa değişikliği gerçekleşmiş. 1937’de yapılan bir diğer Anayasa değişikliği ile laiklik, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın değiştirilemez ilkelerinden biri olmuş. Demokrat Parti’nin iktidarında, laiklikten önemli ödünler verilmiş. 1961 ve 82 Anayasalarında, laiklik devletin temel nitelikleri arasında sayılmış, ama ‘din kültürü ve ahlak öğretimi’ ilk ve orta öğretimde zorunlu ders olarak kabul edilmiş!

Fransızca ‘Laicité’ sözcüğünden dilimize uyarlanan laiklik kavramının kökeni, eski Yunan’ kültüründe ‘halk' anlamına gelen ‘laicus’ imiş. Sözün burasında, çokça karıştırılan iki kavramı açıklığa kavuşturmakta yarar var: laiklik ve sekülerizm. Seküler anlayış, din ile devletin alanlarını birbirinden tümüyle ayırırken, laik anlayışta din kurumu devletin egemenlik alanı içinde kabul edilmekte (Bkz: Diyanet İşleri Başkanlığı). Frankofon kültürde laisizm ilkesi uygulanırken, Anglosakson kültürde seküler bir anlayışın kabul gördüğünü not etmekte yarar var.

Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçtan bu yana laik anlayışı benimsemiş olması, dinin devletin kontrolü altında tutulması, bazı siyasal kuramcılarca eleştiriliyor. Ama, bir de aksini düşünelim. Dinin tümüyle özerk bırakılarak, cemaatlerin eline terk edilmesini… Bugünkü uygulamaları görüp de ürpermemek mümkün değil. Yaşadığımız Koronavirüs salgını henüz başlangıç evresindeyken, siyasal iktidarın ‘Umre’yi yasaklamakta, Umre’den gelenleri karantinaya almakta, camilerde toplu ibadeti engellemekte gecikmesi, salgının yaygınlaşmasında önemli etkenler arasında sayılıyor. Cumhurbaşkanı, konuşmalarında salgına karşı ‘tedbir’in yanı sıra, ‘tevekkül’ ve ‘dua’ya başvurmayı öneriyor.

Salgını “toplumdaki evlilik dışı ilişkilerin ve eşcinselliğin yaygınlaşmasına” bağlayan ya da “Koronavirüs muskası” yazan şarlatanlara, Bilim Kurullarına Tabipler Odası davet edilmezken, Diyanet’in önerdiği isimlerin kabul görmesine tanık olduğumuz şu günlerde, laikliğin önemi kendini bir kez daha anımsatıyor. Son 70 yıl boyunca, aradaki kısa dönemli birkaç koalisyon dışında, ülkeyi tek başına yöneten sağ iktidarların laikliği ayaklar altına alan uygulamalarının ülkeyi nasıl uçurumun kenarına getirdiği görülmeye başlandı. Devletin tüm kurumlarında etkinliğini artıran din simsarlarını himaye edenleri, müsamaha gösterenleri bu milletin affetmeyeceği anlaşılıyor.

Dini siyasete alet eden iktidarlar, her dönemde aydınlanmanın ürünü olan bilim ve sanata karşı düşmanca tavır almıştır. Ama, öyle zamanlar gelir ki, bilime sığınmaktan başka seçenekleri kalmaz. İnsanları evlerinde kalmaya ikna etmek için sanatçılara başvurmak zorunda kalırlar.

Dinsel hurafeler gereği heykelleri put kabul edenlerin, kitaplarda, karikatürlerde, resimlerde suç unsuru arayanların, çocuk kitaplarını ‘müstehcen’ bularak yasaklayanların dönemi kapanıyor artık. Son çırpınışlarına tanık oluyoruz bugünlerde. Cumhurbaşkanını eleştirdiği için, bir TV kanalına (Tele1) dini programlar yayınlama cezası veriliyor. Yazarları, akademisyenleri, siyasetçileri, gazetecileri, kısacası, düşüncelerini özgürce ifade eden aydınları infaz yasası kapsamı dışında tutmak için dincisi, miliyetçisi el ele veriyor. Ama, çabaları boşuna. Veba salgını nasıl Aydınlanmanın önünü açtıysa, Koronavirüs salgını da tüm dünyada yeni bir toplumsal uyanışın kapısını aralayacak.

Aman, sağlığınıza dikkat edin, gerçek laikliğin yaşanacağı o günleri görebilmek için…