Yaşar Kemal’in acısı tüterken, Fikret Otyam dağladı içimizi. Nasıl söndüreceğiz tasasındayken, onlara Tarık Dursun K. ağabeyin yüklediği keder eklendi. Böyleydi hayat dediğin serüven. “Ölüm, hayatın tek gerçeğidir” sözünü sevmem. Hayatın bizzat kendisi, her şeyiyle gerçektir çünkü. Ölüm, olsa olsa bu gerçekliğin parçalarından biridir. Zenon’un dediğince, biz varken o yoktur, o geldiğinde de biz olmayacaksak, teferruata ne gerek? Aslolan, gidenin yaşarken eyledikleri ve geride bıraktıkları, gelenin de gidenin yerini alıp almadığıdır.

“Gelen gideni aratır” sözü ise, ancak Türkiye gibi tuhaf coğrafyalara özgü, saçma ve esef ötesi bir kestirmedir. Bu sözü yumurtlamaktan utanmayan bir halkın, buna alternatif özneler yaratacağına, kadere dönüştürüp, her dönemde daha beterlerine bırakması da, bambaşka bir zavallılıktır. Aziz Nesin’e kızmak, yakmaya kalkmak kolay. Birey olacaksın kardeşim. Sonra yurttaş olmaya geçeceksin. Bunca insan, sen bunları öğren, insan olmayı keşfet, hakkına hukukuna sahip çık diye, yazdı, söyledi, üretti, öldü ve öldürüldü. Bu nasıl bir şımarıklık ve sorumsuzluktur? Halk dalkavukları bunları söylemez! Hep söyleyeceğiz, bu da bizim boynumuzun borcu olsun.
Boşluğunu, artık kimselerin onun gibi yazmadığını anladığımızda hissettiğimiz insanlar vardır. Tarık Dursun K. ağabey, işte o insanlardandır. Kendi adıma, olağanüstü yapıtları, esirgemediği merhabası, yaşamı ve sanat öğretmenlerimden biri olması sayesindedir, bu gün bu kent ve yeryüzü için yapmaya-yazmaya çalıştıklarım ve “Sevgilim İzmir” demelerim. Kalbimizi imbatla doldurmuştur, daha ne yapsın?
Unutmadan! Bostanlı’daki müslüman mabedinin avlusunu bahçesini, bir ömür boyu yazdığı insanlar o kadar doldurmuştu ki, Tarık Dursun K. Ustanın cenaze törenine katılanların azlığı hiç dikkat çekmedi. Bunu söylemeden geçemezdim. Gelelim, asıl meramımıza…
Ustalarımızın gölgesine, arkasına, duruşuna, kelamına, üretimine sığınarak bugüne ulaştık ve şimdi hepsi, bizi bizimle bırakarak birer birer gidiyor. Şimdi çırılçıplak kalmaktayız. Göreceğiz bakalım, çapımız, duruşumuz, yeteneğimiz, hayata eklenmelerimiz, kısaca kalibremiz neymiş? Bu çok ağır bir yük, çok kallavi bir sorumluluk... Bakacağız, yaşayacağız, göreceğiz...
Asıl acı olan, düşünülmesi gereken, dangoz tayfasının kulağına yapışıp "asıl buraya bak!" demeyi gerektiren nedir biliyor musunuz? 40 Kuşağı gitti, 50 Kuşağı tükeniyor, 60 Kuşağı başladı (Dilim varmıyor, 70 - 80 Kuşağını da fırsat buldukça üçer - onar- otuzar katlediyorlar) ve bu ülkenin okumuş, yazmış, yüzünü bir biçimde aydınlanmadan yana çevirmiş insan kaynağı kurutuluyor. Dil, zeka, algı, yorum... Her şey dinamitleniyor. Asıl acı olan budur işte. En ilericisinin (ya da öyle geçinenin) kullandığı sözcük sayısına, algısının dağınıklığına, yorumunun savrukluğuna, bir şey söylediğinizde yüzünüze alık alık bakmasına dikkat edin. Sıradanlaşmış, doğal, kanıksanmış her hangi bir "norm"dan söz ettiğinizde, davranışlarını gözlemleyin. Artık kendisinin bile inanmadığı, ama bir "barınak"a çevirdiği basmakalıp tahlil çaresizliklerinden/yinelemelerden söz etmiyorum, gündelik ve o an yaşananlara dair dağınıklıklardan, az önce söylediklerini gördüklerine uygulayamamaklardan söz ediyorum. Daha devam edeceğim ve bu konuda -umarım, her zamanki gibi "esinlenip" içini boşaltarak eskiteceklerden fırsat bulursam- yazacağım. Son söyleyeceğimi, şimdiden söyleyeyim: "Bu yapılanlar, bir kuşaklar soykırımıdır!”
Bu soykırımın bugünkü mirasçıları, katillerin avukatlığına savcılığına soyunup, “artık başka bir ülkeyiz” deme pervasızlığıyla at koşturmaktadır.
El mi yaman, bey mi yaman? Görecek ve göstereceğiz!