Doğayla merhabalaşan insan, hükmedip biçimledikleriyle hayatını düzenlemenin ve sürdürmenin keyfini yaşarken; egemenliği altına sokamadıklarıyla (güneş, ay, gece, şimşek, fırtına, vb) nasıl baş edeceğinin tasasına düştü. Çözümü, onlara birer ulviyet biçerek, boyun eğerek ve riayet ederek, en önemlisi uyum göstererek ve böylelikle sonsuz barışı sağlayacağını düşünerek bulmakta seçti. Doğa-insan dengesi böyle kuruldu. Ama süreç insandan yana yürümeye, doğa yavaş yavaş insanın buyruğuna girmeye başlayınca (ya da öyle sanılınca) elde yalnızca “doğum ve ölüm gerçeği” ve “düzen ihtiyacı” kaldı. İlkinin kutsanması, ikincinin sağlanması ve yerleşmesi, hayatı sürdürmenin ve bir arada yaşamanın ön koşuluydu. Dinler ve devlet biçimleri, insanlığın yürüyüşüne koşut olarak, gelişti, değişti, geldik bu günlere. “Gerçek ve ihtiyaç”, toplumsal yapılanmalara, iklime ve coğrafyaya, dünyanın ve kaynakların keşfine, elde edilen sonuçların bölüşülmesine göre biçim ve içerik farklılıkları gösterdi. Bu öykü içinde, dinin devleti, devletin dini belirlediği, kayıkçı kavgaları dışında, sonuç itibariyle her zaman kol kola yürüdüğü gözlemlendi. Onlar, birbirleri için birer varlık gerekçesiydi. Devlet ve din, gücü elinde tutanlar açısından maddi-manevi birer erk malzemesiydi. Bilim, felsefe, sanat gibi, insanın varlığını ve yaşamın anlamını sorgulama cesaretinin göstergeleri, egemenlerin “güç kardeşliğini” ve dayatmalarını tehdit etmeye başladı. Dinlerin dinlerle, devletlerin devletlerle dünyayı ve hayatı belirlemek adına yarattıkları, insanlığa büyük acılar ve utançlar yaşattıkları savaşlar yanında, asıl savaş budur ve adına “Emek ve Aydınlanma Mücadelesi” denir.


Bugün ulaştığımız, sınıf bilinci, insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü, kısaca adına “uygarlık göstergesi” dediğimiz ne kadar değer varsa, insanlığın “güç kardeşlerine” karşı kazandığı zaferlerin ve cephelerin adıdır. Bugün dünya, “güç kardeşliği” egemenliğinin biriktirdiği kötücül basıncın altında bunalmakta, rengi ve biçimi ne olursa olsun, devletler ve dinler insanlığı ölümle sınamaktadır. Her zamanki gibi, insanlık vaz geçilemez bir noktada, yeniden “kurban” edilmektedir. Bunu anlamak için, dünyayı cehenneme çevirenlerin kullandıkları dili, kavramları, argüman ve referansları dikkatle gözlemek ve algı kanallarını açık tutmak yeter. “Güç kardeşleri”nin, iskelet dişi gibi sırıtan bu gerçeği, insanlığın uğruna bin bedel ödediği kavram ve değerlerle pazarlaması, yüzsüzlükten öte bir şey değildir. Barış gibi, demokrasi gibi, özgürlük ve bağımsızlık gibi… Bilimi, sanatı, felsefeyi gündemden düşürmek için her şeyi yapanların bu durumu, gerçekten esef vericidir. İnsanlık bu mücadeleyi “bir gün mutlaka” kazanacaksa, işe kavramlarını geri almak, “küresel cehalet” politikalarını doğru okumak, “güç kardeşleri”nin zavallılıklarına karşı, gerçeği ve yalnızca gerçeği söylemekle başlamak, bu yalan ve talan düzenini bıkmadan teşhir etmek zorundadır.


Kuşakları kurban ederek, yeni ve kendilerine benzeyen kuşakları, ülkelerin ve yeryüzünün başına tebelleş edenlerin, görece de olsa, mevzi ve zaman kazandığını reddedemeyiz. Kameraları çağırıp, habersiz bir anne babaya korkunç bir insansızlık ve insafsızlıkla “Oğlunuz öldü, şehit oldu!” diyebilen o kaymakam; kazada ağır yaralanan kızının durumunu “Baygın değil o, ölü!” diyerek bir babayı felcin eşiğine getiren, izandan ve usulden yana nasipsizliğini, “Halkın seviyesine indim” diyerek açıklayan o doktor, uzaydan gelmedi. Ölümü kutsayan, varlığını korumak için kuşakları gözü kapalı kurban etmekten kaçınmayan “güç kardeşleri” tarafından yetiştirildi. Yeryüzündeki milyonlarca örnekten yalnızca ikisidir.


Nereden nereye geldik?” sorusu belki bu yazı için mantıklıdır. Ama insanlık için doğru soru şudur: “Buradan nereye?” Yeni kurbanlar olmasın diyorsak, yanıt bizden başlamalıdır. Hepimiz, gerçek bir bayramın arifesi ya da yok oluşun öznesiyiz.