Mehmet ATİLLA yazdı...

Bir toplumun başına gelebilecek en büyük yıkımlardan biri, yazılı kültürden uzaklaşmaktır. Bunu anlamak için derin araştırmalara gerek yok, insanlık tarihine hızlıca göz atmak yeter. Dünyanın neresinde kimliğini yitirmiş bir toplum varsa, bireylerin yazıyla güçlü bir ilişki kuramadıklarını ve belleksiz bir yaşantının içinde eriyip gittiklerini görüyoruz. Yazının sağladığı kavram zenginliğini de yabana atmamak gerekir elbette. Her şey kavramlarla düzenleniyor çünkü. Sanat da, bilim de, felsefe de... Dört yüz yıl kadar önce James Howell “Dünyayı yönetenler kalem, mürekkep ve kâğıttır,” demişti. Günümüzde bu araçların yerini modern cihazlar, ekranlar ve tuşlar alsa da sonuç değişmez; harflerin (yazının) olmadığı bir yaşantı, olan bitenin etkisini uçucu hale getirmekten başka bir şeye yaramıyor.

Teknolojik yeniliklere kapıları kapatmak, çağın iletişim ortamına sırt çevirmek, akla aykırı bir tutum; böyle bir derdimiz yok. Sorun şurada: görselliğin tutsağı olup yazıdan iyice uzaklaştık. Okumaları azalttık, yazmayı bıraktık. Okullarımızda cümle kuramayan binlerce öğrenci var. Hatta kendi yazdıklarını kendileri okuyamıyorlar. Yaşlısıyla genciyle herkesin yaptığı şey aynı; görüntüleri elden ele geçirmek ya da kopyalanmış metinleri ona buna göndermek. Bunlarda herhangi bir zihinsel örüntü yok. Sorgulamayı, ek okumalar yapmayı unuttuk. Oysaki yazı, insanın kendisiyle ve çevresiyle savaşımıdır da aynı zamanda. Herhangi bir metni yazan kişi (edebiyatçı, gazeteci, akademisyen vd.) ortaya koyduğu ürünle insanlık serüvenine müdahale etmekte ve körü körüne sürüklenişin rotasını zorlayan bir çaba harcamaktadır. Ancak yazarak ulaşılabilen kavramsal boyut, doğa-insan çatışmasından da beslenerek gelecek tasarımına yardımcı olan en başat unsurdur. İyi yazabilmek, iyi düşünebilmeyi zorunlu kılar. Okumak da bu etkinliğin mayası.

Bu saptamaların ışığında arkaya yaslanıp şu güzelim coğrafyamıza bakalım şimdi. Ve her şeyden önce dürüst olalım: Bir şey üretmek için değil, özür yaratmak için koşullanmış insanlar topluluğu olarak özetleyebiliriz gördüğümüz kalabalığı... Kime sorsak, yaşamında okumaya ve yazmaya yer olmadığını kabul ediyor, ama savunması da cebinde: Ya zamanı yok ya parası... Birincisini geçelim, üstünde konuşulmaya bile değmez, boş bir gerekçe. İkincisi ise belli bir kesim için geçerli olabilir ancak. Yani ayda birkaç kitap, üç beş dergi okursunuz da fazlasını almak istediğinizde bütçenizin zorlandığını görerek vazgeçersiniz. Bu anlaşılabilir bir şeydir. Onlara sözümüz yok. Peki diğerleri? Birçok alana hesapsızca para akıtırken, iş yazılı kültüre geldiğinde birdenbire ekonomist kesilenler ve bütçe dengelemeyi akıl edenler? Onlarla uzlaşmamız mümkün değil.

Yanlış anlaşılmasın; kimsenin özel yaşamına, zevkine, parasına karışmak gibi bir densizliğimiz olamaz. Ama gördüğümüzü de vurgulamak zorundayız. Yazıdan kaçanların, kendilerine uzatılan sanal paketleri açmakta son derece iştahlı ve bonkör oldukları ortada. O paketlerin arkasındaki elin tek bir amacı var oysa; kitleleri kendi amacına göre yönlendirmek.. Sözün burasında Ünsal Oskay’ı anmasak olmaz. “Modern toplumların ‘varlık hikmeti', eşitsizliği sürdürmektir,” diye yazmıştı bir kitabında ve bu eşitsizliğin yalnızca mülkiyet eşitsizliği boyutunda kalmadığını, ‘söz hakkı' eşitsizliğinin bütün diğer eşitsizliklerin önüne geçtiğini eklemişti. Çok önemli bir nokta burası. Birileri belirliyor her şeyi. Neyi, ne kadar konuşacağınızı bile...

Yalnızca ülkemizde değil, neredeyse bütün dünyada uygulanan bu yöntemi delip geçmenin tek yolu var; yazıya dönmek. Sözcüklere, cümlelere ve aralarındaki ilişkiye... İşimiz kolay değil, biliyorum, ama başka çare de yok. Denemelere, edebiyat yapıtlarına, bilimsel kaynaklara, tarihe, sosyolojiye vb. inceden inceye eğilmek zorundayız. Bunu yapmadığımız sürece varacağımız nokta, zihinsel bir körlüktür ne yazık ki. Ekran gerçekliği ile yazı gerçekliği arasındaki temel fark, bilincimizin işe ne kadar karıştığı sorusunun yanıtında ortaya çıkar. Ekrandaki gerçeklik buna çok az izin verir, süreci başkası yönetmektedir çünkü. Yazıda ise durum bambaşkadır; süreci biz yönetir, içsel hesaplaşmanın çerçevesini biz çizeriz.

İnsanlığın zor dönemlerinden birini yaşadığımız şu günlerde karşılaştığımız virüslerin aşısı ya da ilacı bulunabilir; ama bizi kendimize getirecek, uyandıracak, hatta keyif verecek tek antivirüs var: yazı!

İyilik ardından gelir.