Yıllar sonra çektiğim fotoğraflarına bol sayıda yer vererek, “Can Baba’ya Çocukça Şiirler” (*) diye uğruna şiir kitabı çıkarttığım, saç/sakal/yürek ve de insana bakan bir çift bebekleri gülen gözleriyle koca adam, “Aşkolsun Delikanlı!” narasını patlatan devrimci ses.

Sonsuzluk uykunu uyuduğun yer Datça’nın rüzgarlarıyla selam sana!

(*) Lütfü Dağtaş. Can Baba’ya Çocukça Şiirler, şiir. Dönence Yay., Eylül 2014, İstanbul.

Çizer Semih Balcıoğlu

Dünyanın mizah başkenti olarak kabul edilen Bulgaristan’ın Gabrova kentinde, dünyanın ilk 106 çizeri arasında gösterilen Semih Balcıoğlu ile tanışıklığımız 1970’li yılların başlarına gider. O yıllarki ilişkimiz ast üst düzey ilişkisidir. Şundan: Balcıoğlu, Türkiye Gazeteciler Sendikası Genel Başkanı, ben de sendikanın İzmir Şube Başkanıyım. Henüz kendisine Ağabey, Abey demiyor, Semih Bey, diye hitabediyorum.

1970’lerin başı siyasi çalkantıların alabildiğine arttığı, sağcı hükümetlerin emeğin haklarını gaspettiği, kararlı işçi direnişlerinin boy verdiği yıllar. TGS, bu dönem işçi sınıfından yana kararlı duruş sergiliyor, sonuç getirici etkin açıklamalar yapıyor. Bir mizahçının işçi sınıfının örgüt başı olarak sert demeçler vermesi bizim ülkeye özgü ayrı bir ironi olsa gerek. Sonra ben Ankara’ya taşınıyorum, ardından askere gidiyorum, derken Semih Ağabey ile bağlantımız kesiliyor. Aradan kaç yıl geçiyor bilmiyorum. Ben türlü savrulmaların ardından yeniden İzmir’deyim. TÜYAP, İzmir’de 1. Kitap Fuarı’nı düzenliyor. Semih Balcıoğlu, Kitap Fuarının “Onur Konuğu.” Fuar içerisinde karikatürlerinden oluşan bir sergi açıyor. Doğal olarak gidiyorum. Sarılıp öpüşüyoruz. Ondan sonrası etle tırnak ağabey kardeş ilişkisi çerçevesinde onun ölümüne değin süren bir dostluk. Artık gününe, saatine göre ya ağabey, diyorum ya abey. Gün geliyor YKY adına çıkardığı Kapadokya konulu albüm çalışmasını bölgede onun isteğiyle birlikte çalışıyoruz. Çok önceleri de yayımlanmış pek çok albümünü, kitabını zaman içerisinde bana imzalıyor. İmzası son derece özgün olduğu için bir gün önüne A4’ten daha büyük beyaz kağıt uzatıyorum.

-Ne olacak, karikatür mü çizeceğim?

-Hayır abey, imzanı atmanı istiyorum.

-Fesupanallah! Ne yapacaksın imzamı?

-Senet yerine tutacağım!

İmzalıyor.

Dostluk dedim de, sonraki yıllarda bu dostluğun bana bir sürprizi var. Onu aktarmalıyım:

Babam, DDY’dan emekli Nevzat Dağtaş, hiç beklemediğimiz bir anda, 26 Ocak 1998 tarihinde uyur gibi yaşama vedâ etti. Aradan bir ay zaman geçti, şubat. İstanbul’dayım iş için. İşimi gündüz erkenden bitirdim, otele döndüm, elimi yüzümü yıkadım, doğru odadaki telefonun başına.

-Alo semih Ağabey, merhaba. İstanbul’dayım.

Kısa bir hal hatır sorma faslı. Akşama, karikatürcü arkadaşlarla yıllar önce mezun olduğu Kabataş’ta, Boğaz’ın kıyısındaki Akademi’nin restoranında buluşacaklarını, kafayı çekeceklerini belirtti, “seni de bekliyoruz o halde!” dedi. Sevindim. Cumhuriyet Gazetesi’nden Kâmil (Masaracı), Semih (Poroy), Milliyet Gazetesi’nden Mahmut (Karatoprak), yine karikatürcü ve harika illüstratör Ferit (Avcı) dostlarla bir araya gelecektim. Masa neşeden geçilmeyecek, saltanat belki sabaha değin sürecekti.

Gittiğimde masa donatılmış, ilk kadehler yuvarlanmıştı. Semih Ağabey, yanaklarıma hoş geldin öpücüğünü kondururken, “nerede kaldın?” diye paylamayı da elden bırakmadı. Arkadaşlarla da öpüştük. Onlara yetişmek ve bir an önce gündüzün iş yoğunluğundan sıyrılabilmek için ilk kadehimi hızla yarıladım. Söz döndü dolaştı, “sende ne var, ne yok?” dediklerinde babama geldi. Söyledim. “Başın sağ olsun!” dediler.

-Biliyor musun Semih Ağabey. Benim adım aslında Lütfü değil, Semih olacakmışmış. Annem İstanbul’a gelmek için kapıdan çıktığım sıra, eşikte bir şey anlattı bana.

Masadaki topluluk merakla ne anlatacağım, diye bana bakıyor.

-Buraya yola çıkmadan önce anneme, Karşıyaka’daki evine uğradım hani bir gereksinmesi var mı, yok mu, diye. İstanbul’a gideceğimi söyledim. O ara kapının eşiğinde ayakkabılarımı giyerken senin Kapadokya albümün vardı elimde. Annem gördü, tanıştığımızı da biliyor. Ne dedi biliyor musun?

-Müneccim miyim, nereden bileyim?

Masadakiler topluca güldük.

Babam, vaktiyle, senin gazetelerde yayımlanan karikatürlerinin hayranıymışmış. Annemin bana hamileliğinde, “hanım” demiş, “Semih Balcıoğlu diye bir karikatür ustası var. Çizgilerini çok beğeniyorum. Adı da hoşuma gidiyor. Doğacak çocuğumuz erkek olursa adını Semih koyalım!”

-E…

-Doğumuma az zaman kala babamın babası Lütfü Bey vefat edince, babaannem de araya mı girmiş ne, bana dedemin adını koymuşlar.

-Yapma yahu!

-Hikâyenin dahası var. Benden dört yaş küçük ortanca kardeşimin adı Semih.

-Yani?

-Annem ikinci kez hamile. Babam yine geliyor, “hanım”, diyor, “biliyorsun ilk çocuğumuzun adının Semih olmasını çok istemiştim ama olmadı. Şimdi bu erkek olursa adını Semih koyalım!” Ve erkek kardeşimin adı işte yine sana dayalı olarak Semih oluyor.

Yânisi, senin bana konulamayan adın kardeşime konmuş ve ben bunu işte tam 24 saat kadar önce annemden öğrendim.

Masada süren şaşkınlığa bir katman daha kazandırmam gerekiyordu.

-Hikâye daha bitmedi, bir de sonu var.

-O nedir?

Babam Güneydoğu’da sınıra yakın tren istasyonunda görevli. Annem, babamın nöbetleri nedeniyle kuş uçmaz kervan geçmez bu dağ istasyonunda ev işlerini bitirdikten sonra oturuyor, doğacak bebeğinin kıçına bağlayacağı bezleri hazırlıyor. Nasılsa çocuğumuzun adı Semih olacak, diye de, bu bezlerin kıyısına tek tek Semih adını nakışlıyor.
Şunu demeden duramayacağım: Her ne kadar adım Semih konulmasa da büyüyünceye değin kıçımda hep Semih markalı bezler taşımışım!

Şaşkınlık, mutluluk sarmalında ikinci kadehlerimizi babam Nevzat Dağtaş için kaldırdık. İyi de ettik.

YARIN: Attila İlhan, Hidayet Karakuş